Her şey eskisi gibiydi ancak bu sabah bitmek bilmeyen bir alarm sesine uyanmıştım. Sabah alarmlarını zaten sevmezdim üstüne bir de bu alarm ritmik olarak ötüyordu ve asla susmak bilmiyordu diğer alarmların aksine. Bu durum beni her ne kadar rahatsız etmiş olsa da yataktan kalkmamda, kendime gelmemde büyük ölçüde yardımcı olmuştu. Sıkıcı ve iç karartıcı rüyalarıma ev sahipliği yapan yatağımdan kalkıp artık güne başlamanın vakti gelmişti.
Evin içerisinde epeyce dolaştıktan sonra kimseyi bulamamıştım, ailem güne benden önce başlamış olmalıydı. Mutfağa yönelmeye karar verdim ancak bunu yaparken içimden bir ses yine de evin her yerine bakmam gerektiğini söylüyordu bana. Her bir odaya girdim, gerçekten de ailemin geri kalanı evden çoktan ayrılmışlardı; arkalarında sadece insanı kasvetle dolduran ve hastane yataklarında bulunan mavi örtülere benzeyen yatak örtüleri ile sarılmış dağınık yatakları kalmıştı. Her birini teker teker topladım ve artık kahvaltı edebilirdim.
Mutfağa girdim, son yemekten sonra toplanmamış olan yemek masasını topladım, kendim için yeniden kurdum ve en sevdiğim şeyi yedim: biraz süt ile karıştırılmış mısır gevreği. Etrafımı izliyordum her kaşıktan sonra, sanki bir şeyler farklıydı. Bir şeyler eksik olmalıydı, içimi karartan bir çeşit boşluk hissi vardı ancak ne olduğunu anlamıyordum. Beni boşluğa düşüren bu düşüncelerimden uzaklaşmak için televizyonu açtım ki kanallar çalışmıyordu. Duyduğum tek şey yine o bitmek bilmeyen alarmdı, ritmik bir şekilde öten o alarm. Sürekli öten bu alarmın sesi artık aklımı tamamen ele geçirmişti. Bir an önce televizyonu kapadım, tabağımdaki mısır gevreğini bitirip hemen kalktım masadan.
Evden çıkmak, uzaklara gidip aklımdaki bu boşluk hissinden ve artık aklımın bir kenarında sürekli duyduğum bu alarm sesinden kurtulmak istedim. Odama geri döndüm, hemen üstümdeki kıyafetleri değiştirdim ve ceketimi almak üzere kenarda duran askılığa uzandım. Elime daha plastik yapılı, içi boş bir şey geldi. Bu içi boş bir sıvı torbasıydı. Çok da umursamamıştım ne olduğunu, sıvı torbasını yere attım, ceketimi askılıktan alıp kapıya yöneldim. Açmak istedim, kapı açılmıyordu. İçeri kilitlenmiştim, içimdeki boşluk ve alarm sesi ile baş başaydım.
Umutsuzca odama döndüm, camdan dışarıyı izlemekten daha iyi bir aktivite kalmıyordu geriye. Üzerime eski kıyafetlerimi giyindim ve yatağımın yanındaki camdan aşağıda durmadan oradan oraya koşuşturan insanları izlemeye başladım. Herkesin acil bir işi varmış gibiydi. Kimisi bir diğerine bağırarak “Yeni gelen var, açılın, çekilin kenara,” derken kimisiyse “Acele edin, kaybedecek vaktimiz yok,” diye bağırıyordu. Tüm bu sesler içimi rahatlatmamıştı, aksine beni daha önceden duyduğum o boşluk hissi ile yüzleşmeye itmişti.
Oturup düşünmeye başladım, uzunca süre düşündüm. İçimdeki bu hissin sebebi ne olabilirdi? Tüm gün düşünmüştüm neredeyse ancak hiçbir şey yoktu, bulamıyordum. Ailemin gelmesini bekliyordum fakat ortada onlardan da iz yoktu. Bir anda bir şeyler şekillenmeye başlamıştı aklımda, alarm sesi geri gelmişti ancak bu sefer çok daha hızlı bir ritimle ötüyordu. Bir şeyler farklıydı, etraf kararmaya başladı. Karardıkça karardı etrafım. Artık hiçbir şey göremiyordum, içimi kaplayan o boşluk artık etrafımı da kaplıyordu. İçimdeki şey beni kendi içine almıştı.
Gözlerimi açtım, bir hastane odasındaydım. Alarm seslerini hala duyuyordum, nereden geldiğine baktım. Daha sonra fark ettim ki tüm bu alarm sesinin kaynağı benim kalp atışlarımı gösteren bir monitörden gelmekteydi. Her şey yerine oturmaya başlamıştı, kabullenmek istemiyordum lakin gerçekler buydu. Biz o kaçınılmaz kazayı yapmıştık, artık ailem yoktu. İçimdeki o boşluk, gördüğüm rüyalar… Meğer zihnim bana bir oyun oynuyordu, bu rüyalar gerçek değildi. Sadece ailemden geriye kalanlar, şu anda bulunduğum ortamdakilerle bendim.