Kupkuru gözlerini ovuşturduktan sonra zorlukla yataktan kalkan Zehra soluk duvar kağıtları eşliğinde güne başladı. Normal bir gün, aynı yüzler ve aynı fikirler… Gözlerini açmaya bile gücü olmadığından yürürken saçakları dağılmış halıya takılıp düşerken rüyada olduğunu umarak kendini korumadı. Rüyada düşerken uyanırız ya. Umut ışığını elektrikleri kesilse bile söndürmezdi. “Keşke rüya olsaydı!”Ne kadar kolaydı hayal kurmak. Bedava. Gerçekleri yüzüne vurmaktan sıkılmıştı. Kendini avutmaktan başka bir işi yoktu.
Sayıklayıp doğruldu, belini ovuşturup kaşıdıktan sonra ışığı çalışmayan banyosuna doğru yürüdü. Dantelli, uzun ve ipek geceliğiyle adeta can denen damlanın yüzüne düşmesini bekleyen bir duman gibiydi. Soğuk suyun müessiri yüzüne değdikten sonra kendine geldi. Banyodaki tuhaf koku yüzünden yüzünü ekşitti. Sıradan bakım işlerini hallettikten sonra bileklerindeki yara izlerini temizleyip sarmak için salona gitti. Tozdan nefes alınmayan salonu karıştırmaya başladı. Vitrinleri , dolapları iyice karıştırdıktan sonra kurumuş kremle kaplı krem kapağını buldu. Aradığı yakındaydı. Dedektif edasıyla kremin nerede olduğunu buldu. Seviyordu kendini eğlendirmeyi. Başka kimse olmadığından normaldi…
Bileklerini renkli kumaşlarla sardıktan sonra üniformalarını giydi. Geçen yıldan kalanlardı. Nereden alacaktı yenisini? Üniformadaki broşu da görmek istemiyordu. Nedeni vardı. Lise son sınıfta yapayalnızdı. Okula psikolojik sorunları nedeniyle 3 yıl hastaneye kaldırışmıltı. Üniversiteli olması gerekirken hala liseye gidiyordu. Ekonomik sorunları nedeniyle 1 ay kadar daha eksiği vardı. Normaldi. 15 yaşında tek başına kalmıştı. Annesi onu başka bir adam için terk etmiş, evden de atmıştı. Annesi de gittiği liseden mezundu. Broş veya arma, o sembolü gördükçe hatsanedeki karanlık ve soğuk geceleri hatırlıyordu. Evden çıkmadan ahizeli telefondan sesler geldiğini fark etti. Eh çekip ayakkabılarını ayağına geçirdikten sonra don sürat merdivenlerden inmeye başladı. Fareler ve kanalizasyon kokusunun volta attığı apartman boşluğu her zamanki gibi günün ilk kötü anılarından birini yaşatıyordu. Ölümle burun buruna yolculuğunu yapmaya başladı. Dolmuş sürücüleri pilotlara taş çıkartıyordu. Sıkıcı günler böyle geçmeye devam etti. Evden çıkmadan duyduğu sesi hala duymaya devam ediyordu. Bir zaman sonra delirdiğini düşünmeye başladı. Kablosunu kesti, işe yaramadı.
Bir pazar gecesi uyurken kulağına hiç duymadığı bir takım sesler duymaya başladı. Yastıkla kulaklarını kapatmaya, boncuk gözlerinden boncuk boncuk yaşları akıtmamaya çalışıyordu. Sesin kaynağı belliydi. Dayanamayıp gözyaşları içinde telefonu bir hışımla yere fırlattı. Telefon ne kırılmış, ne de en ufak bir hasar almıştı. Boğazını koparacak kadar sert bir çığlık attıktan sonra telefonu alıp pencereye yöneldi. Pencereden aşağıya attığı telefonu bir daha görmeyeceğini sanıyordu. Yatağına gidip pikeyi kafasına kadar çekti. Uyuyamadı. Gün ışıklarının pikeyi deldiği sıralar doğruldu ve çarpıntısını geçirmek için suya ihtiyaç duydu. Mutfağa yöneleceği sırada gözü evin girişindeki komidine takıldı. Üstündeki şey dün gece pencereden aşağıya attığı ahizeli telefondu. Hemen eşyalarını toplamaya başladı. Evden ayrılmadan banyoda yüzünü yıkayıp ferahlamak istiyordu. O tuhaf koku bu sefer daha baskındı. Başını eğdi, suyla buluştu ve havluyu bulmak için alelacele çırpınırken aynada bir şey gördü. Bu şey ne insana ne de bir hayvana benziyordu. Olduğu yerde soğuk soğuk terlemeye, titremeye başladı. “Sakın ona dokunma.” dedi varlık. Sanki telefonu dışarıdan alıp içeriye yerleştiren oymuş gibi…