Tarih, önünü sonunu göremeyeceğimiz kadar geniş, nereye çeksen gelebilecek esneklikte bir kavram. Bu oldukça soyut ama bir o kadar da somut olan kavram; yıllar boyunca yönünü değiştiren, onu bir sağa bir sola savuran onlarca hatta yüzlerce isme tanıklık etmiştir. Bu yüzdendir ki tarihe yön veren en önemli karakter dendiğinde, önce spesifik bir kategorinin tarihinden bahsedimesi taraftarıyım. Ben de bu konu başlığı altında Türk edebiyatına yönelmeye karar verdim. Boşuna dememişler, ”Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” diye. Sizlere, Türk edebiyatına sonsuz katkıda bulunan şair ve yazarların eserlerini adadığı kadınlardan, yani edebiyatın asıl yön vericilerinden bahsedeceğim.
Her eserin bir hikayesi vardır. Kimi ardında kırık kalpler bırakmıştır, kimi de kırılan kalpleri sarmıştır vakti zamanında.
PİRAYE HANIM
Ne Nazım kız kardeşi aracılığıyla tanıştığı, kocasından ayrılmış iki çocuklu bir kadın olan Piraye’ye onu görür görmez vurulacağını biliyordu ne de Piraye bu aşkı kabul ettikten sonra başına geleceklerden haberdardı. 1935 yılında herkesten habersiz dünya evine giren ikili, evlenir evlenmez İstanbul’a taşınır fakat evliliklerinin üzerinden çok geçmeden Nazım Hikmet hapse girer.
Mahkumluk dönemi sırasında Nazım, Piraye’ye aşkını ve özlemini dile getiren onlarca hatta yüzlerce mektup yazmıştır. Her mektubunda birer birer kalbinin kuşlarını gönderiyordur Piraye’ye.
“Karıcığım, bu seferki ilk mektubuma senin için yazdığım bir şiir ile başlıyorum: Saat dört yoksun, saat beş yok/ Altı, yedi ertesi gün ve belki kim bilir… Hapishane avlusunda bir bahçemiz vardı. / Sıcak bir duvar dibinde on beş adım kadardı./ Gelirdin, yan yana otururduk, kırmızı ve kocaman muşamba torban dizlerinde…”
Diye başlayıp bu şekilde sonlanan mektuplar yollamıştır: “Kuzum karıcığım, bu şiirleri iyi oku… Yazdıklarımın en ustaları değilse de en yalansızlarıdır. Seni nasıl yalansız, süssüz, sanatsız seviyorsam, bunlar da öyle…”
Her şey bu kadar güzel giderken Nazım’ın dayısının kızı Münevver ziyaretine gelip gitmeye başlar. Bilirsiniz, şairler çapkındır derler. Artık, Nazım’ın Piraye’ye yolladğı kuşlar yön değiştirip Münnever’in kalbine konmaya başlar. Nazım dürüstçe son bir mektup yazar Piraye’ye ve artık kalbinin onun için atmadığını söyler. Fakat Münnevver evlidir ve aile yaşantısını bozmak istemez. Bunun üstüne Nazım, bir mektup daha yollar Piraye’ye, “Yeryüzünde hiçbir insan, hiçbir insana benim sana yaptığım kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana ‘gel’ diyecek kadar yüzsüz ve alçaksam, ne halt edeyim, öyleyim işte. Fakat gel. Ve benden nefret ederek, beni hor hakir görerek de olsa, beni bir daha yalnız bırakma!” Bu mektubun ardından, intihar edeceğini yazdığını mektuplar yollamaya başlar Nazım Piraye’ye. En sonunda Piraye dayanamaz ve ziyarete gider.
Aradan zaman geçtikten sonra Nazım, açlık grevi yaptığından dolayı rahatsızlanır ve hastaneye kaldırılır. Nazım yataktan sağlam kalkacaktır ama Piraye ile olan aşkı, Piraye’nin hastanede Münnevver ile karşılaşmasından sonra yataktan bir daha doğrulamayacaktır.
Bu çalkantılı aşk ardında ”Piraye’ye Mektuplar” diye bir kitap ve onlarca şiir bırakmıştır.
CELİL E HANIM
Nazım Hikmet’in annesini ve babasının sıkıntı yaşadığı dönemlerde, ona şiir dersleri veren Yahya Kemal, evine gelip gittiği resimleri ve güzelliği ile bilinen İstanbul sosyetesinin önde gelen kadınlarından Celile Hikmet ile Nazım’ın derslerinden arta kalan zamanlarda ettikleri sohbetler sırasında tutkulu ve kıskançlık dolu bir aşk yaşamaya başlar.
Kısa bir süre sonra bu aşk, Yahya Kemal’ın öğretmenlik yaptığı, Nazım’ın da okuduğu Bahriye mektebinde duyulur. Bunun üzerine Nazım, bir süre okula gidemez ve annesinin, öğretmeniyle yaşadığı aşka şiddetle karşı çıkar. Öyle ki bir gün Nazım Yahya Kemal’in pardösüsünün cebine bir not bırakır, ”Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz.”
İlişkilerindeki en büyük engel Nazım Hikmet olsa da Yahya Kemal’in ve Celile Hanım’dan ayrılmasındaki en büyük etken Yahya Kemal’in evlilikten korkması olmuştur.
Ama her şeye rağmen tutkulu bir aşk yaşanmıştır bu ikili arasında. Hatta Yahya Kemal şu sözlerle dile getirmiştir Celile Hikmet’e duyduğu delicesine aşkı:
”1916 yılından 1919 yılına kadar bir kadına deli gibi aşık oldum…
Bu kadın yazın adada otururdu…
Ben de orada idim…
Deli divane olmuştum…
Sonbahar’da Nişantaşı’ndaki evini düzenlemek için İstanbul’a inerdi…
1916 Sonbaharı’nda yine İstanbul’a iniyordu…
Ben müthiş muzdariptim…
Artık vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar…
O gidinceye kadar Ada dopdolu idi…
Gider gitmez benim için boşalıverirdi…
Tam o günlerde Berlin Büyükelçisi Hakkı Paşa İstanbul’a dönecek lafı çıktı…
Hakkı Paşa, benimkinin uzaktan akrabası oluyordu ve İstanbul’a geldiğinde geceler düzenler, İstanbul’un bütün güzel kadınlarını çağırırdı…
Benimki de oralara gidecek diye içim burkuluyordu…
Hatta kendisine bu endişemi söylemiştim…
Gitmeyeceğine yemin etmişti…
Bir gece Ada Oteli’nde otururken, yandaki iki kişinin ‘Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor… İstanbul’daki bütün güzel kadınlar davetli’ lafını ettiklerini duydum…
***
Müthiş bir acıyla yerimden kalktım…
İskeleye doğru gittim… Son vapur çoktan kalkmıştı…
Sert bir lodos esiyordu… Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla Maltepe’ye geçmeye karar verdim…
Sandalcılara gittim, yanaşmıyorlardı…
Çok para verince biri ikna oldu…
Açıldık, bir süre sonra lodos büsbütün arttı…
Denizde çalkalanıp duruyorduk… Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı…
Ölmek üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum…
Sırılsıklam Maltepe’ye gelebildik…
Hemen bir kahvehaneye gidip, araba bulmaya çalıştım…
Yoktu…
Bunun üzerine Maltepe’den Bostancı’ya yürümeye karar verdim…
Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım…
Maltepe-Bostancı arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim…”
***
“Kan ter içinde Bostancı’ya geldim…
Vakit hayli geçti…
Karakola gittim. ‘Bana bir araba bulunuz hastam var’ dedim…
Aradılar taradılar birini buldular..
Yine bir sürü para verdim…
Arabayla yola koyuldum…
Kadıköy, oradan Üsküdar… Karşıya geçtim. Doğru Nişantaşı!.. Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı. Penceresini vurarak onu uyandırdım. ‘Benimki evde mi’ diye sordum?
Adam halime bakıp şaşırdı: ‘Evde, bu akşam çıkmadı!’ dedi, ‘Ne diyorsun diye bağırdım?’ Bütün katettiğim mesafe sanki başıma yıkılmıştı. Eve kaçta geldiğini araştırttım…
Sözüne inanamıyordum. ‘Çık bir bak! Evde mi?’ diye adamı zorladım…
Adam çarnaçar çıktı. Bir münasebetle hizmetçisine sormuş uyuyor! demiş… Geldi haber verdi… Sanki dünyalar benim oldu…
Apartmanın karşısında bir arabacı meyhanesi vardı. Orada sabaha kadar içtim…
Sabahleyin, doğru eve çıktım… Benim halim berbat. Toz toprak içinde olduğumu görünce şaşırdı ve hemen anladı… Sarmaşdolaş olduk…”
Kim bilir, belki Yahya Kemal Celile Hikmet’e şu sözlerin yazılı olduğu mektubu yazdırmak zorunda olmasaydı, korkup kaçmasaydı ”Sessiz Gemi”nin yanında daha ne şiirler okuyacaktık bu aşkla ilgili, ”Bugün pazar, belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim…
Gelmedin mahzun oldum…
Verdiğin konferansa gelmedim, kalabalıktır memnun olmazsın diye, fakat hep aklım sende idi…
Çok çok göreceğim geldi…
Beni niye aramadın…
Sana gücendim canımın içi, pek göreceğim geldi… Ben o günden beri yani Salı gününden beri evdeyim, dikiş dikiyorum… Evimiz için çalışıyorum…”
Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir evliliğin boş çırpınışlarıydı Celile’ninki.
SABAHAT HANIM
Zarif mi zarif Özdemir Asaf’ın üniversite yıllarında görür görmez aşık olduğu kadındır Sabahat Hanım. Özdemir’in sabahın köründe sırf en ön sıralarda yer kapmak için uyanmasına sebep olduğu kadındır. Birbirinden oldukça etkilenen iki genç, Sabahat’ın zihninde yarattığı engeller ve babasının bakış açısından dolayı bir türlü birleşemez. Hatta bu durum, Sabahat’ın okuldan ayrılmasına kadar gider. Fakat Özdemir hiçbir şekilde peşini bırakmaz aşkının ve Sabahat’a mektuplar yollamaya devam eder. Bir mektubunda şöyle yazmıştır Asaf,”Eğer başkasını sevmiyorsan veya söz vermemişsen seni pek çok, herkesten fazla mesut etmeye çalışacak kadar çok seviyorum. Ve kendimde bazı vasıfların bulunmadığını bilsem hiç böyle bir teklife yanaşmazdım. Pek yakında kendime parlak ufuklar açacağım. Yeter ki beraber olalım”. Sabahat’ın kalbinde Özdemir’in yeri henüz dolmamıştır ve babası da sonunda bunun farkına varır ve engel olmaktan vazgeçer. Nihayetinde Özdemir Asaf, 4 yıl boyunca bıkmadan usanmadan peşinden koşturduğu kadınla 1946’da, Liman Lokantası’nda yapılan gösterişli bir düğünle evlenir.
MUAZZEZ AKKAYA
Aşk deyince akla gelen şiirlerden ilkidir belki de Mona Rosa. Şiirin hikayesi ise şu şekilde biliniyordu, ”Sezai Karakoç, üniversitedeyken Muazzez Akkaya adında bir genç kıza aşık olmuştur ama bu aşkını kimselerle paylaşamamıştır. Kız, bir şeylerin farkındandır ama bir türlü emin olamıyordur. Sezai Karakoç okulun bir konferanasında ”Mona Rosa” şiirini okur, şiir o kadar beğenilir ki bir kere daha, bir kere daha diye diye art arda 3 kez okur şiiri. Muazzez Akkaya da oradadır. Sezai sahneden indikten sonra yanına gider ve ona parmağındaki yüzüğü göstererek der ki, “Bir tek sözüne bakar,çıkarıp atarım”.Sezai Karakoç da, “Artık senin aşkın benimkine yetişemez” diye cevap verir. Muazzez Akkaya koşarak ve ağlayarak salondan çıkar. Ertesi gün intihar ederek yaşamını yitirdiği duyulur. ” Ta ki Muazzez Akkaya’nın yaşadığı ortaya çıkana kadar. Daha sonra yapılan ropörtajlarda Muazzez Akkaya; Sezai Karakoç’un aşkının farkında olmadığını, şiir okunurken kendisine yazıldığını, biraz sezdiğini ama sakince salonda kaldığını anlatır.
Daha nice kadınlar vardır şu ana kadar edebiyatımıza yön vermiş: Cemal Süreya’nın Üvercinka’sı,Bedri Rahmi’nin Mari Gerekmezyan’ı… Fakat anlattığım hikayeler, aralarında beni en çok etkileyenler oldu. Umarım sizin de üzerinizde bende uyandırdıkları etkileri yaratırlar. Keyifli okumalar!