Hikayemin taslağını buruşturup attım. Ne yazarsam yazayım daha önceki yazılarıma benziyordu. Canım sıkılmıştı, masamın başından kalktım ve bir film açtım. Filmde benimle aynı durumda olan genç bir yazar, yaşlı bir yazardan şu tavsiyeyi alıyordu: Yeni bir şey yazmak istiyorsan buna konfor alanından çıkarak başla. Bunun çok parlak bir fikir olduğunu düşündüm ve dışarı çıkmak üzere montuma uzandım. Elimi cebime attım ve bir kâğıt buldum. Üstünde bir adres yazıyordu: Yağmur Mahallesi, Mutluluk Sokağı, Gökkuşağı Apartmanı, No:1. Doğrusu hiç ciddiye almadım ve salınarak yürümeye başladım.
Henüz yolu yarılamıştım ki; renkli maskelerden, ezilip yamulmuş plastik şişelerden, şekeri elinden alınmış bir çocuk gibi boynunu büken karton kutulardan, karton kutuların üstünde bir kraliçe tacı gibi duran meyve kabuklarından ve daha nice evsel atıktan oluşan pis kokulu bir çöp yığını önümü kesti. Onları yolun kenarına itip gidiyordum ki beyaz, kirli bir kamyonetin tepesindeki sıska, kara tenli, perişan haldeki bir çocuk çöplerin üstüne atladı. İnce parmaklarıyla çöp yığınının altını üstüne getiriyor, karton kutuları muzu kabuğundan ayırır gibi kolaylıkla diğer çöplerden ayırıp kamyonete fırlatıyordu. Minik bedeninin böyle ağır bir işi yapması gözlerimi yaşartmıştı. Yine de yoluma devam ettim.
Köşeyi dönerken acı bir çığlık duydum ve sesin geldiği yöne baktım. Gördüğüm manzara beni mıhlamıştı. İzbandut gibi bir adam; ufak tefek bir kadının yüzünü yola sürttürüyordu. Bu da yetmezmiş gibi 7-8 yaşlarındaki kız çocuğuna ‘’dediklerimi yapmazsan senin sonun da annen gibi olur’’ diyordu. Adam beni görünce kaçıp gitti ama ben derisi lime lime olmuş, gözleri morarmış kadını ve annesini ayağa kaldırmaya çalışan minik bedeni terk edemezdim.
Kadını ve çocuğunu bıraktığım hastaneden çıkarken yakınlardaki bir kafede oturup dinlenmeye karar verdim. Çayımı yudumlarken garsonlardan birinin üstü başı dökülen, aç olduğu her halinden belli olan çocuğu dışarı çıkardığını fark ettim. Garsona onun benle oturduğunu söyledim ve çocuğa oturmasını işaret ettim. Bana geldiği korkunç yeri anlatmaya başladı. Bir sabah uyanıp şehrini tüm dişleri dökülmüş bir canavar kadar savunmasız, bütün çiçekleri solmuş bir çiçek bahçesi gibi hüzün verici, bir çöl kadar tenha görmüştü. Şehrinden kilometrelerce ötedeki Türkiye’ye zorlu bir yolculukla, tekrar mutlu olabilmek için gelmesine rağmen açlık ve sefalet içinde kalmıştı burada. Dünya ne garip bir yer diye düşündüm: Kimimiz ülkelerarası seyahati keyif için yaparken kimimiz boyumuzun on katı dalgalarla boğuşup açlık ve sefaletle bitiriyoruz yolculuğumuzu.
Kafeden çıkmak üzereyken gökyüzünün tatlı maviliğinin üzerine kül rengi bir tabaka çekildiğini ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığını gördüm. Şemsiyem olmamasına rağmen evime gitmeye karalıydım ki adamın biri bana seslenerek: ‘’ Hanımefendi, bugün tehlikeli bir asit yağmuru yağacağını ve yağmur esnasında dışarı çıkmamanız gerektiğini duymadınız mı?’’ dedi. Hunharca yaktığımız kara elmas, çalışkan karıncalar gibi oradan oraya koşan arabalar ve birkaç dönüm tarla elde edebilmek için kestiğimiz ciğerlerimiz neden oluyordu bu yağmura. Bizimse milyonlarca insanın öleceğini bilmelerine rağmen savaş çıkartan dünya liderlerinden farkımız yoktu. Doğanın intikamını alacağını bile bile doğaya zarar veriyorduk.
Yağmur dinince eve gitmek üzere yola koyuldum. Gökyüzü tatlı maviliğine yeniden bürünmekle kalmayıp renkleri cilalanmışçasına parlayan güzel bir gökkuşağıyla taçlanmıştı. Bulutlarsa gülümser gibiydi. Tam o anda kağıttaki adresi bulduğumu anladım. Yüzümde buruk bir tebessümle gökkuşağına doğru yürüdüm. Gökkuşağının altından geçerken dünyanın tam istediğim gibi bir yer olmasını diledim. Hikayemin konusunu da bulmuştum. Bugün şahit olduğum olayların yaşanmayacağı, insanların üzüntülerinden ders alıp mutlu olacakları bir dünya yaratacaktım hikayemde. Evime vardığımda yazmaya başladım: Dünyayı değiştirmek için ilk insanlığı değiştirmek gerek…