Yılın en yağmurlu günlerinden birinde sokakta tek bir âdemoğlu görülmemekle beraber gökte ise tek bir ötüş duyulmuyordu. Normalde işlek ve canlı olan caddenin yoğunluğu ilk cemrenin düşmesinden sonra gelen yağmurla iyice durgunlaştı. Kimi tarafından öldü diye de nitelendirilebilir tabi. Normalde aylar 4 elemente benzetilmiştir; ateş, su, toprak, hava. Dolayısıyla bazıları günleri ve hislerini benzetmek için bu 4 öğeyi kullanır. Lakin bugün hiçbiri gibi hissettirmiyordu. Sanki 5. bir element… Ve garip bir şekilde aniden kapının gür zili çalmaya başladı. Ben ise hala yatağımda rüyalarımın teker teker son bulmasını izliyordum. İkinci zilde anca kalkabildim sıcacık yataktan, tüm bu rahatlatıcı ve sıcak ortama rağmen gerilmiştim.
Kapıyı açtığımda kimse yoktu. Ve sanki hiç olmamıştı. Kimsenin o eşiğe basıp zili çalmadığına emindim, bu düşüncemi çürüten mektubun tam bulunduğu eşiğe. Ben de şaşırdım, bu lanet şey nereden çıktı? Baktım sağa sola kimse yok, karşıdaki ağacın tepesindeki baykuş dışında da ses çıkmıyor. Onun da sesi var görüntüsü yok zaten, baykuş olduğunu kanıtla deseniz kanıtlayamam. Koku deseniz bir başka, havanın böyle kokabileceğini bile bilmiyordum! Neyse mektupta anlarım ne olduğunu deyip zarfı elime aldım. Tahmin etmeliydim, üstünde “Eski Topraklar-Kırmızı Irk” yazmasından bana şer getireceğini tahmin etmeliydim.
Madem merak ettiniz o zaman anlatıyorum. Şimdi bundan çok çok yıllar önce Dünya tek bir kıtaymış, sonradan ayrılmış ve 3 kıtaya bölünmüş; Avrupa, Asya ve Afrika. Bu kıtalar da sonradan tekrar ayrılmış. Asya ve Avrupa’ya “Eski Topraklar”, Afrika’ya ise “Yaşlı Kıta” adı verilmiş. Sonra Avustralya ve Amerika’ya “Genç Topraklar” ismi uygun görülmüş. Ardından da insanlar var olmuş ve her kıtaya dağılmış. Bunun üzerine 5 ana ırkın varlığı düşünülmüş; Kırmızı, Siyahi, Sarı, Mavi, Beyaz. Renge göre değil tahmin edebileceğiniz üzere. Her bir ırk bu 3 kıtaya da dağılmış. Benim atalarım da Eski Topraklarda yaşayan bir kırmızıymış. Asıl sorunumuza gelelim, Dünya çok kirli olduğundan “insan türünün korunması için” her bir topraktaki farklı ırklardan bir elçi seçilip uzayda yaşatacaklarmış. Şimdi benim de Eski Topraklarda şu ana dek yaşamış tüm kırmızıları temsil etmek için seçmelere gitmem gerekiyordu. Ayrıca uzaya bilet hakkı kazanmak için seçmeler boyunca jurnalımı hazırlamam ve uzayda da yaşayabileceğimi ispatlamam zorunluydu.
Eğer gideceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, benim aklımda çok daha çılgın planlar var. O baykuşu bulacağım, takip edeceğim ve bu planı bozacağım. Biliyordum, nedense baykuşun beni bu olayın kalbine götüreceğini biliyordum. Üstelik araştırdığımda da tuhaf baykuşların aslında gizemli bir maddeyle ilişkili olduğunu öğrendim. Æther adı verilen bu madde; ne ateşe, ne suya, ne havaya, ne toprağa benziyor. Uzay boşluğunu dolduran ana maddeymiş bu. Bunlarla yetinmeyip üstüne beynimizin frekanslarıyla uyuşup onu değiştirebiliyormuş. Yani sırlarla dolu nazlı minik “ætherimizin” birkaç önemli özelliği de varmış. Baykuşlar da -bizim cahilliğimize ters orantılı olarak- bunları anlayabilmiş.
Baykuş yol boyunca kafamın etini şişirdi. “Guk, guk, guk…” Neyse ki æther elementi hakkında o konuştukça daha çok şey anladım. Sonunda vardığımızda kaykay pistinde oturan takım elbiseli adamların aslında her şeyi yönettiğini gördüm. Siz böyle saçma ve rastgele bir şey görseniz aynı benim gibi panik atak geçirmez miydiniz? Demek istediğim, panik atak geçirmiyor musunuz?.. Ben geçirdim işte. Karanlıkta, terleyip kasılmalar yaşayan bir çocuğu 2 adım daha ilerleseler görebileceklerdi lakin fark edemediler. Az buçuk kendimi toparlayıp 5. elementin kontrolünü sağlamaya çalıştım. Beyinlerindeki frekansı kontrol edebildiğim zamanki şeytani gülüşlerimi tahmin etmelisiniz. Çılgın fikirlerinin son bulmasını istiyordum ve çabucak gerçekleşiverdi. Geçmiş olsun. Ancak asıl olay benim bundan sonra 5. -en değerli- elementi hayallerime ulaşmamda kullanacak olmamdı…