O an durup kalmıştım işte. Sanki başımdan aşağı değil de ayaklarımdan başıma doğru giden bir kan akışı vardı. Yeniden doğuyor gibiydim. Yeniden mutluluklar,üzüntüler yaşayacak gibi. Belki de bu dünyanın adaletsizliğine boyun eğecektim yeniden. Öyle ya, belki bu yüzden adım Adalet idi.
Sabahın güneşi buruşuk elimdeki her çizgiye vuruyordu ve gölge oluşturuyordu. Bembeyaz yorganın içinde,bembeyaz saçlarım ve oldukça açık renkte olan yeşil gözlerimle günü selamlamaya çalışırken tuhaf bir titreme geldi. Yeterince yaşlanmış olan bedenim bu duyguları kaldıramadığı içindi belki de. Şehrin sesi bana bir şeyi anımsatmıyordu, anımsatamıyordu. Bomboştu dünya sanki. Öylece sürüklenip gidiyordum. Hayattan bir şey beklemiyordum. Zaten tutunduğum tek şey de gitmişti buradan. Mavi gözleri,altın rengi saçlarıyla benim kahramanım gitmişti buradan.
Hayatımda en çok bağlandığım ve bağlanacağım tek kişi Mustafa Kemal Atatürk idi. Bunun özel bir nedeni vardı elbet. Atatürk’ü bu kadar sevmemin nedeni onu gençliğimden tanıyor olmamdı. Bir gün Atatürk okulumuza gelmişti. O zamanlar lisedeydim. Ona çiçeği vermek için görevlendirilmiştim.Zaten yeterince çok seviyordum onu. Her şeyini çok seviyordum. Bana,bize yaptığı iyiliklere ve en çok da ona hayrandım. Okula girdi. Her zamanki gibi siyah takım elbisesini ve beyaz gömleğini giymişti. Çok iyi hatırlarım, Atatürk,bana hangi mesleği yapmak istediğimi sordu. Hemşire olmak istediğimi söyleyince kaşları çatıldı ve duraksadı. Bana “Bence sen hakim ol,adına da yakışır.” dedi. Ben “Kadından hakim olmaz.” deyince kaşlarını daha da çattı. “Neden olmasın? İstersen olursun.” dedi. O gün benden söz almıştı. Hakim olacaktım. Atatürk’e söz verip de o sözü tutmamak olur muydu hiç? Asla olmazdı. Nitekim hakim oldum. İlk kadın hakim bendim. Çok sevdiğim eşim şehit oldu. Oğlumu kaybettim,kızım ise depremde öldü. Kalbim paramparçaydı. Hayatta tutunacak bir şeyim kalmamıştı. Öylece yaşıyordum. Hayattan çok da bir umudum yoktu. Yaşlanmıştım zaten. Yalnız yaşıyordum evimde. Hayran duyduğum Mustafa Kemal de, eşim de çocuklarım da yoktu yanımda. Kimsesizdim. Kurak bir yerin ortasında öylece ölmeyi bekleyen papatya gibiydim.
Akşam olmak üzereydi. Evdeki işlerimi yaptıktan sonra balkona çıkıp hava almak istedim. Tahta sandalyeme oturup derin nefes aldım. Havayı içime çektim. İçimde tuhaf bir his vardı ama aldırmadım.Elime ve koluma baktım,hepsi tecrübelerimi simgeliyordu sanki. Garip bir şekilde mutluydum. Belki de uzun zaman sonra ilk defa gözümden yaş akıtıp güldüm. Birkaç saat orada oturdum ve düşündüm. Hayatımı,eşimi,çocuklarımı, Mustafa Kemal’i düşündüm. Balkondan gözüken içerideki saate baktım. Saat 22.00 idi. Uykum da gelmişti zaten. Yatağıma ilerledim ve düşüncelerime devam ettim. Kendimi uykunun kollarına bıraktım…
Çok kalabalıktı. Etrafta çığlık atıp “Geliyor,geliyor!” diye bağıran insanlar vardı. Şapkasını çıkartmış kendi halinde insanlara bakanlar da vardı. Ve en önemlisi, eşim de oradaydı. O da sevinçliydi. 27 Aralık 1919, Mustafa Kemal geliyor,derin maviliklerde halkı izliyordu.O an durup kalmıştım işte. Sanki başımdan aşağı değil de ayaklarımdan başıma doğru giden bir kan akışı vardı. Yeniden doğuyor gibiydim. Yeniden mutluluklar,üzüntüler yaşayacak gibi. Belki de bu dünyanın adaletsizliğine boyun eğecektim yeniden. Görünce bağırmaya çalışmıştım ama ne nefes alabiliyor ne de bağırabiliyordum. Kalbimin üzerinde bir baskı vardı zaten. Atatürk’ün bana seslendiğini duydum. Adımı söylüyor ve “Yanıma gel,Adalet.”diyordu güneşin tam önünde. Kimseye aldırmadan koştum yanına ve sarıldım. Hala nefes almakta zorluk çekiyordum. Ona sarıldığım an anlamıştım sonsuz uykuya daldığımı. Ve huzurlu bir şekilde kendimi bıraktım. Son nefesimi verdim,huzuru hissettim. Huzur ondaydı.