Aciziyet

Her yer kan içindeydi. Tek bir çiçek bile kalmamıştı yeryüzünde adeta. Havadaki yoğun toz bulutundan göz gözü görmüyordu. Cesetler üst üste yığılmış, gömülmeye bile zaman kalmadan öylece ortaya bırakılıp gitmişti. Bazılarının gözleri hala açıktı; bazılarının ise uzuvları parçalanmış, sarkıyordu. Sanki yüzlerindeki o korku dolu ifade hiç kaybolmamıştı, hayatta kalanlara bir şey söylemek istiyorlardı. Hiç yemek yememmiş, eğlenmemiş, konuşmamış, yaşamamış gibiydiler. Değerleri kalmamıştı bu dünyada artık. Yalnız başına bırakılıp gitmişti hepsi. Bir tek ruhları kalmıştı yas tutacak.

…, cesetlerin altında sıkışıp kalmış, olayın şokuyla durmadan çırpınıyor, ağlıyor, çığlık atıyordu. İnanmak istemiyordu, her şey hala bir kâbusun parçası gibi geliyordu. Sabah uyanacak da bütün hepsi geçmiş olacaktı sanki. Birlikte savaştığı, yemek yediği, gülüp eğlendiği o insanlar artık yoktu. Bir daha da konuşamayacaktı onlarla. Bunun üstüne de ölü bedenleriyle göz göze gelmek zorunda kalıyordu. Ölülerin donuk bakışları, ruhunu delip geçiyordu. Kurumuş yaralardan artık kan akmıyordu. Kiminin bacağı kopmuş, kiminin kafasında bir delik vardı. Tek ortak yanları artık ölü olmalarıydı. Artık bu dünyada yerleri yoktu. Artık sevdikleri yoktu. Artık uğruna savaşabilecekleri bir ülkeleri yoktu. Hepsi birer bedenden ibaretti sadece.

…’ın çırpınışlarını sadece bir kişi duydu. O da bir düşman askeriydi. Bu askerin kolu kopmuş, bacağı ise sakat kalmıştı. Orada neden olduğu ise bir muamma idi. …’e acımış olacak ki koşarak cesetleri itekleyerek …’e yardım etti. İkisi de saatlerce hiç konuşmadan oturdu. Havda koyu ve acı bir sessizlik vardı. Bir saat yetmezdi ölü bedenleri canlandırmaya. Bir saat yetmezdi ölü ruhları anmaya. O kadar asker can vermişti ki kırk yılda anca toplanırdı bu cephe.

Akşam saatlerinde ikisinin de karnı acıkmış olacak ki etrafta yiyecek aranmaya başladılar. Fakat cephede yemek yoktu. Savaş zamanı ne zaman yiyecek olmuştu ki zaten? Ölülerin kokusu havayı hakimiyeti altına almış, ağır bir koku yayıyordu. Bu durumda yemek yiyebilmek de bir hayli zor olsa gerekti. Biraz zaman geçtikten sonra büyük bir kayaya yaslandı ikisi de. Tek bu kaya kalmıştı sanki güvenebilecekleri koca dünyada. Kaya onların tek dayanak noktasıydı.

Sabah olduğunda aç ve susuz bedenleri hareket edemiyordu. İkisi de her anlamda bitkin durumdaydı. Yorgun bedenlerinin içinde ne fırtınalar kopuyordu, ne ağıtlar yakılıyordu. Gördükleri ve yaşadıkları tüm o ağır savaşlardan sonra nefret ettirildikleri düşman askeriyle yan yana oturmak gururlarını incitiyordu. Bunca zaman öldürmek için onca uğraş verdikleri düşman tam yanlarındaydı. Fakat ikisinde de ne yürüyüp gidebilecek cesaret ne de yayındakini boğazlayacak canilik kalmıştı. Bir an önce yurtlarına dönmek, sevdiklerine kavuşmak, bu cehennemden çıkmak istiyorlardı.

Öğlene kadar yarı uykulu yarı uyanık konuşmaları devam etti. Hiçbirinin mecali kalmamıştı. Anlamışlardı artık vatanlarına geri dönemeyeceklerini, geri dönseler de hiçbir şeyin aynı olmayacağını. Sanki gerçek, bir anda vurmuştu sillesini. …, ilk defa bu kadar açık ve net düşünebiliyordu. Tabancasında sadece iki mermi kalmıştı. Birini diğer askere verdi. Bundan sonrası artık onun kararıydı. …, arkasını döndü ve yürümeye koyuldu, her ne kadar mecali kalmamış olsa da. Diğer asker korkmuştu ve panikledi. ”Sakın bir adım daha atma!” diyerek cebinden tabancayı çıkardı. Mermiyi yerleştirdi ve bir gümbürtü duyuldu.

İnsan, hep böyleydi ve böyle de olacaktı. Korkuya yenik düşen aciz bir ruh sadece. O kadar kontrolü kalmamıştı ki korkunun her istediği bir emirdi artık o asker için. Tabancayı yere fırlattığı gibi koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu…

(Visited 46 times, 2 visits today)