Her zaman olduğu gibi bugün de yeniden işe gidiyordum. Dünyaya gel, okula git, işe git, emekli ol, öl. Her şey benim için önceden programlanmıştı bu sıkıcı hayatta. Saatler, günler, aylar ve yıllar; hepsi donmuştu sanki bu işe başladığımdan beri. Masa başı işlerden hiç hoşlanmamıştım zaten. Saate baktım. Çok geç kalmıştım, umarım otobüsü kaçırmamışımdır, diye umdum. Arkamdan bir aslan kovalıyormuş gibi hazırlandım ve anahtarımı alıp evden hızlıca çıktım. Otobüs durağına koşuyordum altımdaki topuklu ayakkabılarla. Aşırı rahatsız ediciydi ama nedensiz yere mutlu olmuştum, hayatımda küçük de olsa bir heyecan vardı. Durağa vardığımda yalnızca bir kişi vardı. “Abla, buradan üstünde büyük harflerle Kadıköy yazan bir otobüs geçti mi?” diye sordum. “Evet, kızım. Daha bir dakika olmamıştır gideli.” diye yanıtladı. Umutsuzca ilerledim. Bir taksi bulmam gerekiyordu. “Aferin, Yankı. Çok mutluymuşsun da bilmem neymiş. Her şeyin sorun, hiçbir şey yolunda gitmiyor bu iğrenç hayatta.” Dedim kendime. Yürümeye devam ederken koşarken çok umursamadığım ayakkabılar, şu an epey rahatsız ediyordu. “Bir de taksi çıktı başımıza. Çok rahat geçindiriyordu evi hanımefendi.” Dedim kendimi gömmeye devam ederken. Karşıma çıkan taksiye bindim ve işyerime doğru yol aldım.
Herkese günaydın dedikten sonra masama –mezarıma- geçtim. Saatim 8.30’u gösteriyordu ancak kimse yerinde değildi. İşten bir arkadaş olan Salih Bey “Yankı Hanım, gelsenize müdürün odasına. Yeni müdür geldi, tanışırsınız. Bir de benden duymuş olma ama kadın bayağı genç, senden on yaş büyüktür muhtemelen. Bu yaşta kocaman çağrı merkezinin müdürü olmak takdir edici doğrusu.” Dedi ve beni el kol hareketleri ile değişen odaya yönlendirdi. Odaya girdiğimde yeni müdürün herkesin adını öğrenmeye çalıştığını –hem de ilk günden- fark ettim. Eski müdürümüz, adımı iki ayda öğrenebilmişti. Aklımdan bu düşünceleri geçirirken bu hayattaki tek arkadaşım diyebileceğim Mavi, bana kapı ağzında durma, gel tanış gibi şeyler söyledi. “Merhabalar, efendim; ben Yankı Kocaveligiller. Müşteri temsilcisiyim. Tanıştığıma memnun oldum.” Diyerek elimi uzattım. “Merhaba, Yankı. Benim adım Hatice, tanıştığıma memnun oldum.” Dedi ve kahvesinden yudum aldı. “Mesaiye dakikalar kaldı o nedenle son sorumu soracağım. Kaç yıldır burada çalışıyorsun, Yankı?” diye sordu cana yakın bir tavırla. “Dört yıl oldu efendim.” Yanıtımı verdim. Neden bilmiyorum ama ürpermiştim ve kalbime bir ağrı girmişti. “Vay be, bu kadar uzun beklemiyordum doğrusu. Her neyse arkadaşlar hepimiz dağılalım mesai başlıyor. Sohbetimize öğle arası devam etmek isterim.” Diyerek hepimizi masalarımıza yönlendirdi. Oturduğumda Mavi eğilip kulağıma “Bu kadın sana çok yakın davrandı. Bizimle de soğuk değildi ama sen kata geldiğinden beri çaktırmadan camekândan sana bakıyordu sanki. Ne garip değil mi? Her neyse, iyi dört saatler. Umarım sıkıntıdan bayılmazsın.” Mavi’nin gözlem yeteneği asla küçümsenemezdi ancak dediklerinin doğru olduğunu sanmıyordum. Hem an itibarıyla bunu düşünemezdim. Önce içimdeki bu kötü hissin gitmesi gerekiyordu.
Saat 13.45’ti yani öğle arası başlamıştı! Müşteri temsilcisi olmanın bile bu hayatta başıma gelen en kötü şey olmadığını söyleyebilirim. Pazartesi günleri başladığında üzüldüğümden daha fazlan üzüldüğüm günler defalarca oldu. Annemi hiç görememem, teyzemin –bana bakan kraliçenin- sakatlanması, eve haciz gelmesi, babamın hapiste öldürülmesi, üniversiteye girmek için üç yıl beklemek ve karşılığında hiçbir şey alamamak, yalnızca bir arkadaşım olması gibi birtakım nedenler beni zamanında çok üzmüştü. Ancak artık alıştım, acıya dirençli olduğumu düşünmeye çalışıyorum en azından. Bu kadar çekilen acının bir işe yaramasını istiyordum. Annemin aklıma gelmesi beni üzmüştü. Beni on beş yaşındayken doğurmuş, daha sonra bana bakamayacağını anladığı için teyzemlerin kapısına bırakıp gitmiş buralardan. Onu suçlamıyorum, sonuçta beş parasız şehrin ortasında bir çocuk, küçücük bir bebeğe bakamaz. Şu an bunları aklımdan tamamen çıkarıp öğle aramın tadına varmalıyım diye düşünürken Hatice Hanım “Yankı, öğle yemeğine gidiyorum. Gelmek ister misin?” diye sordu. Garipti, çünkü tek sorduğu kişi bendim. “Elbette, efendim.” Deyip masamdan kalktım ve göz ucuyla Mavi’ye baktım, bana ‘sana demiştim’ der gibi bakıyordu.
Hatice Hanım işe başlayalı dört ay olmuştu –zaman ilk defa çok hızlı geçmiş- ve hiç görülmemiş bir şeydir ama müdürümle bayağı iyi anlaşıyordum. Bana ayrı bir yakındı –ilk günden beri- ve artık alışmaya başlamıştım. Şu an ise evde oturmuş, teyzemle çekirdek eşliğinde televizyon seyrediyorduk. “Uykum geldi. Ben yatıyorum, yavrum. İyi geceler.” Dedi teyzem koltuktan kalkarken. “Etrafı toplamayı da unutma!” diyerek emir de buyurmuş oldu. Her şey her zaman olduğu gibi… “Tamam, teyzeciğim. İyi geceler.” Dedim ve aslan kükremesi gibi bir esnemeden sonra ben de yatmaya karar verdim. Ama önce etrafı toplamam lazımdı.
Sabah 6.30 alarmımla uyandım. Gece iyi uyuyamamıştım, toplasan en fazla dört saat uymuşumdur. Ama sorun değil, az uyumak insanı dinç tutar. Sonuçta ne kadar çok uyursak bir o kadar daha uyumak isteriz. Hızlıca hazırlanıp evden çıktım ve otobüsle işyerine vardım. Masama oturdum, kulaklıklarımı taktım, tam bilgisayarı açacaktım ki bir gümbürtü koptu. Beş tane polis kattaydı ve Hatice Hanım’ın odasına dalmıştı. “Sema Kocaveligiller; cinayet, insan kaçakçılığı, evrakta sahtecilik ve dolandırıcılıktan tutuklusunuz. Susma hakkına sahipsiniz, söylediğiniz her şey aleyhinizde kullanılabilir.” Aman Tanrım, müdürümüz, benim annemdi ve bir suçluydu. Biri bana böyle bir şeyin olacağını söyleseydi imkansız derdim. Ama artık imkansız yoktu, o kelimeyi ben –hayattaki en mutsuz insan- yıkmıştım…