Evet, ne yazık ki okullarda verilen eğitim ile yaşanan hayat arasında ciddi farklar var. Okullardan mezun olduktan sonra, büyüklerimizin de söylediği gibi gerçek hayat başlıyor. Ancak biz bu hayata ne kadar hazırız?
Türkiye’deki okullarda verilen eğitim ve öğretimin birkaç unsuru bulunmaktadır. Bunlar; eğitim sistemi, müfredat, okulların yapısı, öğretmenler ve öğrenciler.
Son 20 yıla baktığımızda; eğitim sistemi, üniversiteye giriş sınavları da dahil olmak üzere 20 den fazla değişikliğe uğramıştır. Üniversite giriş sınavlarında yapılan değişikliklere bakacak olursak; 1974 yılında tek merkezden yapılmaya başlanan sınavlar, ÖSS, ÖYS ile başlayıp YGS, LYS, TYT ve YKS ye kadar uzanmıştır. Her yapılan değişiklik, her yeni uygulama, eğitim sisteminin değişmesine neden olmuştur.
Üniversite giriş sınavının yanı sıra, orta öğretime giriş sınavları da bu değişikliklerden nasibini almıştır. LYS ile başlayan süreç OKS,SBS,TEOG ve LGS olarak devam etmiştir. Sistemde yapılan değişiklikler sadece sınavlarla da sınırlı kalmamış; zorunlu eğitim süreleri de 5+3+3 , 8+3 , 8+4 ve nihayet 4+4+4 ile bugüne ulaşmıştır. Bu kadar çok değişimin içerisinde Milli eğitimden geriye sadece “eğitim” kalmıştır. Hem öğretenler hem de öğrenmeye çalışan öğrenciler hayata hazırlanmayı bırakın , eğitimin kalitesinden de ödün vermek zorunda kalmışlardır.
Bunca değişim içerisinde değişmeyen tek unsur biz öğrenciler kaldık sanırım.
Eğitimin her aşamasında öğrencinin hayata hazırlanması yerine sınava hazırlanması modeli benimsenmiştir. Sınav kaygısı ile öğrenci kendini hayata hazırlamak, deneyim ve beceri kazanmak yerine sınavı kazanmaya yönelik çalışmalar yaparak, kendisini bir yarışın içinde bulmuştur. Okulda verilen eğitim eksik ve yetersiz olmalı ki; bir de dershane adında ticarethaneler türetilmiştir, hayatla alakası olmayan, adına şimdilerde temel lise denilen.
Biz hayata hazırlanmayı beklerken ya öğretmenler hayata hazırlar mı?
Her bir değişiklik beraberinde müfredat değişikliğini de getirmiş, yeni müfredatla birlikte eğitim materyalleri de değişmiş, bu kadar değişkenlik içerisinde öğretmenler de kendilerini verimli şekilde hazırlayamamış, eğitimdeki tutarsızlığın bir nedeni veya sonucu olmuşlardır.
Sistem bu kadar kendini yıpratmış iken, eğitimin en önemli unsuru olan öğretmenlerin de bu yıpranıştan nasiplerini almamaları mümkün mü? Öğretmen yetiştiren eğitim fakülteleri mezunlarının yanı sıra pedagojik formasyon derslerini tamamlayan , diğer fakültelerin mezunlarına da öğretmenlik yapma şansı tanınmıştır, henüz hayatı tanımadan.
Oysa ki öğretmenlerin yetişmesi konusunda önümüzde köy enstitüleri gibi bir örnek vardı. 1940-1954 yılları arasında ülkemizde uygulanmış olan bu sistem ,siyasi kararlara kurban edilmiş olmasına rağmen, doğru bir eğitim modeli olarak karşımıza çıkmaktadır. Köy enstitülerinde kültürel derslerin dışında, ülkenin gerçeklerine uygun olarak müfredata konulmuş; tarımdan el becerilerine, hayvancılıktan arıcılığa, ipek böceği yetiştiriciliğinden balıkçılığa , müzik aleti çalmaktan spora kadar birçok alanda uzman sayılabilecek öğretmenler yetişmiş, tüm yurtta hayata hazırlanmayı bekleyen öğrencilerin bu öğretmenlerce yetiştirilmeleri sağlanmış ve bu öğrenciler de bir döneme imzalarını atmışlardır.
Peki şimdi neden olmasın?
Eğitimde fırsat eşitliğini yakalamaya çalışan öğrencilerin okul öncesi eğitimden üniversiteyi bitirinceye kadar bir yarışın içerisinde olmaları ve bu yarışı kaybetmemek adına çocukluklarını ve gençliklerini yaşayamadan hayata atılmaları , hayatı ıskalamaları en büyük kayıp bence. Zira hiçbirimizin hayatı ıskalama lüksü yok.