O dik yamaçtan aşağıya yürümek hatıra şeritinden geçmek gibiydi. Kırık panjurları yılların yıpratıcı rüzgarına ve fırtınasına rağmen dayanan zincirlerle yerine sabitlenen dükkana bir bakış atınca görüşü sayısız resimle doldu; küçükken kardeşiyle bu bakkala gelip yaz aylarının bunaltıcı havasını hafifletmeye çalışırlardı.
Gözlüğünün üstündeki nem tabakasını hızlıca kravatının ucuyla sildi ve gözlerini ovuşturdu. Şehirde değişmeyen tek şey hava gibi duruyordu. Batan dükkanların yerini 21. yüzyılın yağmacı Amerikan zincirleri almıştı, halasının bir zamanlar menekşe dolu balkonunu ise güvercinler yeni habitatları olarak benimsemişti.
Çocukluklarının geçtiği mahalleden bütün arkadaşları göç edeli yaklaşık beş yıl olmuştu. Yoksa altı mıydı? Büyük şehirlerde zaman daha farklı işliyordu, daha hızlı işliyordu. Göz kapaklarınızın iki kapanışıyla kendinizi üniversiteye kabul mektubunu bekleme heyecanından kucağınızda torunlarınızla buluyordunuz. En azından hep öyle anlatmışlardı ona.
Her yıl aynı günde, Haziran’ın tam ortasında yeniden Ipoh’da buluşuyorlardı. Bu şehir Italya’daki Amalfi gibi turistlerin bolca ziyaret ettiği bir yer değildi. Rusya’da St. Petersburg gibi tarihsel bir anlam da barındırmıyordu, tabi bunu yerlilerine söylerseniz büyük ihtimale oradan sağ çıkamazdınız.
Ipoh, Malezya’da Tanrı’nın bile varlığını unuttuğu küçük bir şehirdi. Onlar da unutmamak için her yıl buraya geliyorlardı ve hafızalarına bu mekanı daha da derin kazıyorlardı, sırtlarına kocaman harflerle ‘IPOH’ yazsalar büyük ihtimale hatırlatmada bu kadar etkili olmazdı. Ayakları su toplayana kadar şehri gezerlerdi. Dondurma yiyip kahkaha atarlardı ve hep bir ağızdan ayaklarının ne kadar ağrıdığıyla ilgili veryansın ederlerdi. Islak çimene kıyafetlerinde oluşacak lekeleri göz ardı ederek yatarlardı ve bulutları gözlemlerlerdi. Her ne kadar gruplarında tek bir insan bile Ipoh denilen baharatsız şehre geri dönmek istemese de birbirleriyle yeniden yaşadıkları anılar için dönüyorlardı.
Anton Nilsurrel Dimcea ise hayatında ikinci kere 15 Haziran’ını dört duvar arasında geçiriyordu. Oysa ki ona ilk seferi gerçek gibi gelmemişti. Gözlerini kapattığında duyduğu tek ses kalın çerçeveli yatağının yanındaki makinanın dakikalık ayarlanmış ötmeseydi. Gözlerini açtığında gördüğü tek şey ise aylardır mahkum edildiği ve içinde çürüdüğü kafes. Adına hastane odası diyorlardı.
Saatin yelkovanı 12’nin üstüne gelene kadar umudunu taze tutmuştu. Ipoh’da trafik sayılı günlerde görülürdü ancak belki de bu yıl turist akımı artmıştır diye düşündü. Sabah uyandığında camdan aşağıya bakıp yolların boş olduğunu görmesi gerekmiyordu bunu bilmek için. Zaten kalkamazdı da, bacaklarında hissi kaybedeli haftalar geçmişti.
Hayatının en yalnız ikinci 15 Haziran’ında onu terketmeyen tek şey olan koluyla kumandada bir butona bastı ve karşısındaki ekranın cızırtılar ve saniyelik ışık patlamalarıyla canlanmasını izledi. Hastanenin her kasete koyduğu ilham verici belgeselleri izlerken buldu kendini yine. Brezilyalı bir kadın tekerlekli sandalyesiyle dalgıçlık yapıyordu, her beş dakikada bir de arkadaşları kadının zihnindeki karanlık yerden nasıl çıktığını ve bunu nasıl beraber atlattıklarını anlatıyordu.
Mucizelere inanmazdı, ta ki o güne kadar. O gün mucizelerin sadece Ipoh’da gerçekleşmediğini gösterdi.
Ipoh’da sadece acı dolu anılar vardı. Unutamadığı anılar. Sırtına büyük harflere, ateşte kavrulmuş bir damganın kazıdığı bir ‘IPOH’.