Babam, ben kendimi bildim bileli hep yoğun bir insandı. Bir günün ona tanıdığı 24 saatin yaklaşık 10 saatini iş yerinde geçirirdi. Evde geçirdiği saatlerini ise ne annemin, ne de kardeşimin ve benim yüzüme bakmadan çalışma odasında harcardı. 3 katlı sessiz evimizin en üst katındaki tavan arasındaki bu çalışma odası bana her zaman oldukça cazip gelmişti. 8 odalı büyük evimizin girmemizin yasak olduğu tek yeri bu küçük odaydı ve bu odaya girmek küçük kardeşimle en çok arzuladığımız şeylerden biriydi. Bir an için evin, gün içerisinde kayda değer bir diyaloğa bile girmediğim babamı ve babamın huysuz tavırlarından yaşama sevincini yitirmiş annemi meşgul etmeyelim diye bütün pahalı oyuncaklarla donatılmış oyun odaları dahil diğer bütün alanlarını unutur ve yasak olanın cazibesine kapılarak sanki o odaya doğru çekiliverirdik. Bütün duvarları kitaplıkla kaplı bu küçük odada ahşap bir çalışma masası ve bir de küçük kanepe vardı. Babam çoğu zaman annemle birlikte odasında uyumaktansa bu kanepeye kıvrılmayı tercih ederdi. Ertesi gün olduğunda yıllardır bir dakika bile geçirmeden uyandığı saatte, sabah saat tam 7’de uyanır ve giyinme odasına giderek kıyafetlerini giyerdi. Küçük çaplı bir kahvaltıdan sonra evden çıkar ve evden çıktığı gibi de kendini iş yerine atardı.
Babamla ilgili hafızamda çok belirgin iki anı vardı. İlki ben çok küçükken. Yaklaşık 3 yaşlarındayım tahminen. Evimizin salonundayız. Kış gelmiş ve babaannemle dedem şöminenin yanındaki sallanan sandalyalerde oturuyorlar. Babam beni yakalamaya çalışıyor. Kayalayınca gıdıklamaya başlıyor ve henüz 1 yaşlarındaki kardeşim dahil bütün ev halkı hep bir ağızdan gülmeye başlıyoruz. Sanırım babamla ilgili hatırladığım son iyi anılardan biriydi bu.
Daha sonra büyüdüm. Zaman geçti ve babam aynı evin içinde yaşadığım bir yabancıya dönüştü benim için. İşte babamla ilgili en net hatırladığım anılarımdan biri de büyümem ve ergenliğe girmemle birlikte gerçekleşti. Ergenlik kendini dünyadaki bütün yanlışları değiştirebilecek gibi hissettiğin yaştır. En güçlü hissettiğin ancak aslında en güçsüz olduğun yaşlardır. Hakan Günday’ın “Az” adlı romanında ergenlik için şu sözler kullanılıyor: “On dört yaş… Tek ayakları daima kırık olduğu için sallanmaktan kurtulamayan kürsülere sahip psikiyatri anabiliim dalının, adını ergenlik koyduğu bir insanlık dönemi. Sonra da o kürsülerin ardından, düzensiz aralıklı öfke krizleri, çiğ tepkiler, aşırı davranışlar olarak belirtileri sıralanan bir insanlık hali. Kendisini ve çevresini tanımaya başlama, topluma uyumda zorluk çekme benzeri başlıklarla dolu kitapların sözünü ettiği ergenlik… Oysa durum gayet basitti. İnsan doğar. On-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil. Ve ilk tepkisini verir, avazı çıktığı kadar bağırarak. Önce aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra da aşırı gürültüye dayanamayıp, içlerinden birini, bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. Böylesi bilimsel bir müdahale için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir. Kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir. Buna büyüme denir. Yetişkin olma. Tam olarak, yetişkin uysallığı.” Tam da böyle bir dönemden geçtiğim sıralarda babamdan tam anlamıyla nefret etmeye başlamıştım. Çevremdeki yaşıtlarımın kendi aileleriyle olan ilişkilerini görmek beni daha da hırçınlaştırıyordu. Bir gün akşam, babamın kısa bir süreliğine çalışma odasından çıktığını gördüm. Ne olduğunu anlamadan kendimi birden bu odada buldum. Adeta yasak elma ve cennetten kovulmak üzere olan Adem gibi… Tam masanın üzerinde duran deri kaplı kalın deftere uzanmışken kulağıma ilişen ayak sesleriyle irkildim. Çok geçmeden babam odada belirdi. Sol yanağıma inen tokatla babamla aramızdaki bütün bağların koptuğunu iliklerime kadar hissetmiştim.
Aradan yıllar geçti. Evden ayrıldım. Önce üniversite okumak için Ankara’dan İstanbul’a geldim. Sonra da çalışmaya başladım ve İstanbul’da kalmaya karar verdim. Eski evimize en fazla birkaç kez kardeşimi görmeye gittim. Zaten o da daha sonra evlenip kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladı.
O sabah annemden bir telefon geldi. Bir terslik olduğunu anlamıştım çünkü annem beni durduk yere aramazdı. Öyle bir ilişkimiz yoktu.
Babam kalın bir halatla kendini asmıştı. Çalışma odasında. Annem babamın her zamanki gibi sabah kalkıp işe gittiğini düşünmüştü. En trajiği de buydu. Akşam olup da babamın odasından kötü kokular gelene kadar kimse babamın öldüğünün farkına varmamıştı. Varlığı da yokluğu da aynıydı çünkü. Belki de bir insanın başına gelebilecek en kötü son… İçimde çok garip bir his vardı. Evet babam belki de benim için bir yabancı gibiydi hatta hayatım boyunca babama olan kızgınlığım hiç geçmemişti ama yine de içimde üzüntüye benzer açıklayamadığım garip bir his vardı. Derin bir sessizlik içindeki bu evin kapısından içeri adım attığım andan itibaren evin her yanında kötü anılarım birer birer depreşmeye başladı. Cenaze işlerini bitirdikten sonra kardeşimle annemi yalnız bırakmak istemediğimizden o gece orada kalmaya karar verdik. Annem ve kardeşim şöminenin karşısında boş bakışlarla oturuyordu. Kimse ağlamıyordu ama sanki bu ev yas tutuyor gibiydi. Tahta merdivenlerin tırabzanlarını okşayarak basamakları birer birer çıktım ve 3. kata geldiğimde karşımda duran kapısı açık odaya o tokattan sonra ilk defa girmeye hazır olup olmadığımı bilmeden durakaldım. Attığım birkaç yavaş adımdan sonra artık odanın içindeydim. Elimi eski kitaplarda gezdirirken gözüme uzun yıllar önce de gördüğüm o deri kaplı kalın defter ilişti. Defterin rastgele açtığım bir sayfasında karşıma şu sözler çıktı: “Onlar benim kanım, ruhumun bir parçası. Onları sadece geceleri güzel yüzlerine ay ışığı vurduğunda gizlice üstlerini örterken sevebilmek bana günden güne acı veriyor.” Birkaç sayfayı hızlı hızlı atladım. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Okuduğum her satır senelerce babamdan nefret etmiş olan kalbime daha çok sızı veriyordu. “Bugün Duru evden ayrılıyor. İstanbul’da üniversite kazandı. Bir kez daha gururlandırdı beni. Biliyorum, benden nefret ediyor. Muhtemelen bir daha eve dönmez. Artık yaptığım onlarca yanlışı düzeltmeye çalışmak için çok geç. Hem benim yaşadıklarımı yaşasın istemem. Sanırım ondan uzak durmak en iyisi. Çünkü sevgi, sevdiğin insanı kaybetme korkusu içten içe öldürüyor insanı. Ona bunu yapamam.” Gözlerimden süzülen yaşlarla koşarak aşağı inemeye başladım. O gece annem ve kardeşimle bütün günlüğü okuduk. O gün annem bize babamın neden bu hale geldiğini anlattı. Her şey o günlüğü okuduktan sonra oturmuştu kafamızda. Anne ve babasına özellikle babası hasta olduktan sonra aşırı derecede bağlanan babam, Alzheimer olan dedem bir gün evden kaçıp gittiğinde ve günler sonra cesedinin ormanda bulunmasının ardından kalp krizi geçiren babaannemle yan yana toprağa verildiğinde babam yıkılmıştı. Annem bu olayın ardından babamı her zaman psikolojik yardım alması için ikna etmeye çalışmış ancak işe yaramamış. İstanbul’a geri döndüğümde günlüğü psikolog bir arkadaşıma gösterdim. Babamın hayatının çok uzun bir kısmını depresif şokta geçirmiş olabileceğini hatta eğer öyleyse o kadar uzun süre intihar etmemesinin de bir mucize olduğunu söyledi.
“Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.”
Behçet Necatigil
Ben hala bazen o deri kaplı kalın defter baş ucumda dururken ay ışığının yüzümü aydınlattığı gecelerde babamın gelip üstümü örttüğünü hissederim…
“Düşünüyorum da,
Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
Naif yönlerimizin keşfedilmesi,
Cesaretsizliğimizin anlaşılması,
Korkularımızın paylaşılması
Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.
Kabuklarımızın altında
Kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.
Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler,
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize.?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.
Ne çıkar ateş böceği sansalar beni
…
İncinsek, yaralansak
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu.
Denesek.
Risk alsak.
Yanılsak.
Fark etmez.
Tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
Ve kucaklaşsak yeniden.
Tıpkı eskisi gibi.
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar, bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kara bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateş böceği sansalar bizi. ”
Rabindranath Tagore