İnsanlık tarihi yakılan ilk ateşle başlar. Kıvılcım, kuru dalların, belki de otların, üzerine düştüğünde tarih yazılmaya başlamıştı. Ardından olacak bütün savaşlar, aya gönderilecek uydu, inşa edilecek ihtişamlı yapılar ilk ateşin göğe doğru yükselmesinde yatar. Bu, insanlığın doğa anayla olan ilk savaşı, ilk meydan okumasıdır. Karanlık, birkaç ışık huzmesinin içine sızmasıyla dağılıvermiştir. Gittiği yönü, gideceği yolu ve onu bekleyen düşmanlarını daha iyi seçebilir artık insan; daha iyi avlanır ve ekosistemdeki üstünlüğünü ortaya koyar.
Karanlık, bugün başta çocuklar olmak üzere binlerce insanın korkusudur. Hatta literatürde “karanlık korkusu”na bir isim verilmiştir: Nyctophobia. İlk kıvılcımların bizden alıp götürmeye cüret ettiği tek şey gecenin karanlığı olmamış, bugün bile DNA’larımızda taşıdığımız karanlık korkusu bu gayede uzaklaştırılması hedeflenen bir durum olagelmişti. Ne var ki, bunu silecek gücü ne rasyonel aklımız bulabilmiş, ne de kalbimiz bu cesareti gösterebilmiştir. Korkusuyla yüzleşemeyen, onu baskılamaya çalışır. İnsan kendi gözlerini fotonların yokluğunda görmeye zorlayamadıysa veya aklını karanlıktan korkmaması gerektiğine dair ikna etmekte başarılı olamadıysa da karanlığı eğitmenin yolunu bulmuştur.
Önce nasıl daha iyi ateş yakabileceğini öğrenmiş, ateş yakmada ustalaşmış. Ardından meşaleyi, mumu icat etmiş. Denemiş ve gözlemlemiş ateşin neyle uzun süre yanacağını, neyin en büyük kıvılcıma sebep olacağını. Hatta bazı toplumlar ateşe hürmet etmiş, onu tanrısı saymış. Birkaç yüzyıl önce ise yüksek dirençli bir kablodan akım geçirerek karanlığı başka türlü yenebileceğini buldu insanlık. Öncelikle teorik olarak varlığını ispatladığı lambaları deneme-yanılma sonucu uygun maddeyi bularak hayatımıza soktu bilim insanları. Bugün şehirlerimizde, yerleşim birimlerimizin hemen hemen tamamında geceleri bizi aydınlatan ampullerdir. Son iki yüzyılda kibrit ve çakmakla ateş yakmanın daha az meşakkatli yolları da bulundu. Ayrıca ampuller, çeşitli inovasyonlarla geliştirilerek verimliliklerinde %50’den yüksek bir artış gözlemlendi.
Ateş ve aydınlanma bize bilimin nasıl ilerlediğini gösteren en iyi örnektir zannımca. Bilimdeki gelişmeler insanı insan yapandır. Tarihi tarih yapan insan; insanı insan yapan doğal ve formel bilimlerdeki gelişmelerdir. Kediler kuşları avlarlar, onları yedikten sonra kuşun kemiklerini araştırmazlar. Kuşlar havada süzülürken onları neyin böylesine uçurduğunu bilmez, neden uçabildiklerini merak etmezler. Bu insanı biraz daha “üstün” bir hayvan, yani insan yapandır.
Çağlar boyunca insanların aklına gelen sorular ve birbirini kovalayan düşünceler sayesinde uygarlık ilerlemenin yolunu bulmuştur. Neil deGrasse Tyson “nasıl” düşünmemiz gerektiğinin “ne” düşünmemiz gerektiğinden daha önemli olduğunu savunur. Newton’ın nasıl yerçekimi kanununa ulaştığı, yerçekimi kanunun kendisinden daha önemli olmuştur. Albert Einstein’ın görelilik teorileri bir devrimdir, ancak bunun bir devrim olmasının sebebi görelilik teorilerinin kendisinden çok genç Einstein’ın fizikte her şeyin çözümüne ulaşıldığı düşünü
len bir zamanda bu teoriyi ortaya atmasını sağlayan
düşünme biçimi ve sorularıdır.
Doğru sorular, doğru cevapların hem kilidi hem de anahtarıdır. “Bu elma neden düşüyor?” sorusu tesadüf değildi. Bu entelektüel seviyeye gelmek Newton’ın okuduğu kitapların, aldığı eğitimin olağan sonucuydu. Sadece
bilimdeki ilerlemelerin değil, toplumuzdaki ahlak anlayışından hukuk kurallarına değin insana dair bütün olgu ve olayların çözümü rasyonel sorular sormak ve bilimsel düşünceyle ilerlemek olacaktır.
Gökyüzünün maviliklerinde nasıl süzüleceğini, yeni doğan bir kuş doğaya bakarak bir referans çevresinde öğrenir. Bilim, düşüncede taklitçiliği savunmasa da nasıl düşüneceğimizi diğerlerinin nasıl düşündüğünü inceleyerek öğrenmek bu
anlamdaki en iyi öğrenme biçimidir. Bu sayede bütün yanlış olduğu ispat edilen ifadeler ve doğrularla öğrencilere Galileo’nun kiliseyle olan mücadelesini, Charles Darwin’in seyahatlerini öğretmek, onları doğru sorular sormaya yönlendirebilirdi.
İnsan sorduğu sorularla var olur. Soruları olmayan, kafası karışmayan, duru düşünmeyen toplum varlığını sürdürmeye devam edemez. Bu sebeple öğrenciler, bu meşaleyi taşımak için, bilim tarihini öğrenmeli. 1.5 milyon yıl önce yakılan o ateş hala içimizde yanmakta. Bugün bilimin aradığı cevaplar, aslında geçmişte sorulmuş soruların içinde yatıyor. Bir diğer doğru sorulana değin de, içimizdeki ateşin önümüzü aydınlatmasını beklemekten başka çaremiz yok.