Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun azizliğine uğramamam için sevgili çalışanlarımdan biri çantamı biri de şemsiyemi tutarak arabaya kadar bana eşlik ediyolardı. Saat altıyı geçiyordu ve ben daha şirketten yeni çıkabilmiştim. Bugün benim doğum günümdü fakat her zaman olduğu gibi bugün de çalışmak zorundaydım. Size kendimi tanıtmama izin verin. Ben Beren Cihangir. O her zaman duyduğunuz Cihangir Holdingin en genç ve tecrübesiz üyesi, aynı zamanda da en büyük hissedarayım. Biliyorum, kulağa biraz ironik geliyor fakat rahmetli babam 4 çocuğu içinden en çok beni sevdiği için şirketin yüzde elli dörtllük payını bana bıraktı. Her ne kadar ona minnettar olsam da bazen içimden lanet okuduğum ve tüm mal varlığımı ağabeylerime bırakıp, kaçıp gitmek istediğim zamanlar olmuyor değil. İnanın bana nasıl her şeyin fazlası zararlıysa paranın da öyle. Mesela, neredeyse hiç kimseye güvenemeyecek hale geliyorsunuz. Çünkü insanlar sizden çok paranızın miktarını önemsemeye ve sizinle değil de paranızla arkadaş olmaya başlıyor. Hayatınızda doğru insanı bulabilmek için çok ekmek yemeniz gerekiyor. Tanrıya şükürler olsun ki ben bu açıdan çok şanslıyım. Beni ben olduğum için seven, bana gerçekten aşık olduğuna adım kadar emin olduğum, ona her konuda gözüm kapalı güvenebileceğim dünyalar tatlısı bir sevgilim var.
…
Yağmur bir an bile duraksamadan son hızıyla şiddetle yağmaya devam ediyordu. Bir yandan arabadan aşağı inince saçımın bozulmaması için dua ediyor bir yandan da heyecandan çarpan kalbimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Birazdan Doğukan ile buluşacaktım. Acaba bana doğum günüm için nasıl bir sürpriz hazırladı diye düşünürken şoför arabayı durdurdu. Mis gibi toprak kokan, bir sürü ağacın olduğu bu yerde; biraz dikkatli bakınca ileride, küçük ışıldayan ağaçtan bir kulübe görünüyordu. Oraya doğru her adım attığımda, kalp atışlarım daha da hızlanıyor, sanki kanım çekiliyor gibi hissediyordum. Gıcırdayan, ağaçtan yapılmış eski kapıyı açtığımda Doğukan pijamalarını giymiş, elinde kurabiyelerle birlikte bana gülümsüyordu. Bunlar benim en sevdiğim kurabiyelerdi. Görünüşe bakılırsa kendi yapmış gibiydi. Sevinç ve şaşkınlıkla ona bakan gözlerimi gördüğünde, kafasını sağa sola sağlayarak: ” Daha hiçbir şey bitmedi. Yeni başlıyoruz.” dedi. Yanda, en sevdiğim yemekler hazır bir şekilde masanın üzerinde duruyor ve sandalyenin üstünde de bir hediye paketi görünüyordu. Büyük bir hızla açtığım paketin içinden pijama çıkınca, hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur doğrusu. Doğukan, yüz ifademden anlamış olsa gerek: “Asıl hediye bu değil. Sadece topuklu ayakkabı ve iş kıyafetlerinle rahat edemezsin diye düşündüm.” dedi.
…
Yemeği yedikten sonra pijamalarım, kurabiyeler, ben ve Doğukan en sevdiğim filmi izliyorduk. Bir yandan asıl sürpriz acaba ne diye içim içimi yerken, diğer yandan da hayatımda geçirdiğim en güzel günlerden birinin bu olduğunu düşünüyordum. Derken gözüm, kurabiyelerin altında duran küçük, kadife olduğunu düşündüğüm kırmızı kutuya ilişti. “İşte sonunda buldum !” diye sevinçle kutuyu açtığımda, içinin boş olduğunu görünce kısa bir şaşkınlık ve hüsrana uğradım. Bana baktı ve gülerek pijamasının cebinden çıkardığı yüzüğü uzattı. Fakat bu, sıradan bir yüzük değildi. Bu resmen bildiğimiz tektaştı. Gözlerini bir an olsun benden ayırmadan evlenme teklifi ediyordu şimdi de. Elim ayağım birbirine dolandı, ne yapacağımı bilemeden mutluluktan ağlaya ağlaya ona sarılıyordum.
…
Doğukan midesini üşüttüğünü söyleyip lavaboya doğru yürürken telefonuma bir mesaj geldi. Mesaj yan villada oturan komşum Sedaydı. İlk başta attığı mesajdan hiçbir şey anlayamadım. Tekrar tekrar okudum. Daha sonra: “Emin misiniz, yanlış görmüş olmayasınız.” diye yazabildim sadece. Telefonumda kelimesi kelimesine şöyle yazıyordu:” Berenciğim, doğum gününde dışarıda olursun diye düşünmüştüm. Fakat uzun süredir evdeki tüm ışıklar neredeyse açık duruyor. Her şey yolunda mı canım?”
“Evet, hatta adeta bir şey arıyormuşsun gibi ışıkların biri açılıyor, biri kapanıyor. Acaba bir şeyini kaybettin de ona mı bakıyorsun diye düşünmüştüm bende.” Telefonuma gelen ikinci mesaj bu oldu. Elim ayağım buz kesmişti. Evin anahtarı ben ve Doğukan’dan başka kimsede yoktu. Doğukan da şu an yanımda olduğuna göre evde başka biri vardı. Seda’nın yazdığı mesaj kafamın içinde çınlıyordu adeta. “Işıkların biri açılıyor biri kapanıyor…” Şarjımın bitmesiyle şoktan çıktım. “Doğukan! ” diye bağırdım. Ses gelmedi. Tekrar: “Doğukan?” dedim. Yine ses yoktu. Ya gerçekten de duymuyordu ya da midesini fena üşütmüştü. O anki telaş ve stresle Doğukan’ın araba anahtarını alıp, bu kulübe tarzı evden koşarak ayrıldım. Arabayı nasıl sürdüğümü bilmiyordum. Kafamın içini toplayamıyordum. Mutlu mu olayım tüm bu yaşadıklarım için yoksa evimde bir yabacı olduğu için paniğe mi kapılayım, bilemiyordum. O anki stresle, polisi aramak aptal gibi aklımın ucundan bile geçmemişti. Anahtarı cebimde ararken olanları düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Kapıyı açtığımda ise daha büyük bir sürpriz. Kendi evimde tanımadığım birden fazla yüz. Birinin elinde değerli mücevherlerimin olduğu kutular, diğerinin elinde Rolex saatlerim, en sevimsiz ve ürkütücü surata sahip olanın elinde ise babamdan yadigar altın vazo…
Aptallar, hırsızdan çok her şeye benziyorlardı. Eminim ki içlerinden bir tanesinin silahı bile yoktur. üçününde yüzüne teker teker baktım. İki tanesi çok tanıdık geliyordu. Onlarda benim gibi şok olmuş olsa gerek, dimdik karşımda dikilmiş vereceğim tepkiyi bekliyorlardı. Ne bana zarar vermeye yeltendiler ne de kaçmaya çalıştılar. İçlerinden bir tanesinin çalan yüksek sesli telefonuyla hepimiz kendimize geldik. Telefonda: ” Doğukan Kaymaz arıyor.” yazıyordu. “Hayır.” diyebildim sadece. Hayır, diye geçirdim içimden. Hayır. Hızla adamın elinden çektiğim telefonu açtım, titreyen ellerimi kulağıma götürdüm. Bu Doğukan’ın sesiydi. “Ne oldu bilmiyorum ama Beren ben tuvaletteyken çekip gitmiş. Ne olur ne olmaz, siz elinizi yinede çabuk tutun. Bir tek vazoyu alsanız bile o bize yeter.” diyordu.
Sinirden avazım çıktığı kadar bağırarak telefonu suratlarına doğru fırlattım. “Tüm eşyalarımı bırakıp çıkıp gidin evimden. Yan komşum çoktan polise haber vermiş. Eğer şu an gitmezseniz birkaç dakikaya evde olurlar. Sizi şikayet etmeyeceğim elinizdekileri bırakın ve gidin! ” dedim. Biri mücevher kutusunu elime verdi, diğerleri de saatlerle vazoyu yere bıraktılar nazikçe. O ürkütücü ve sevimsiz dediğim, evden çıkmadan: “Abla bari bir taksi parası verseydin.” dedi. Hem de gayet ciddi bir tavırla. Sinirden, şaşkınlıktan, öfkeden gülerek adama cüzdanımı fırlattım. ”Defolun artık!” diye tekrar bağırdığımda, tozu dumana katarak kaçmışlardı.
Ne kadar aptal olduğuma mı, bana aldığı yüzüğü benim paramla almış olmasına mı yoksa daha da berbatı en güzel günüm bugün diye düşünürken aylardır güvendiğim adamın sahtekar çıkıp, evimi soyma planı yapmasına mı ya da yan komşumun merakının ilk defa işe yaradığına mı yanayım bilemedim. Artık kimseye güvenim kalmamıştı. İnsanlara karşı olan güvenimi kaybettiğim an daha mutlu olabileceğimi düşünüyordum. Güvenini kaybet. En azından sonunda hayal kırıklığına uğramazsın. Ucuz kurtuldum, diye geçiriyordum içimden. Babamdan hatıra olan o altın vazoyu kucağıma aldım, yere çökerek hıçkıra hıçkıra ağladım. Bu işlem birkaç saat aralıksız devam etti. Artık akacak göz yaşı ve salya sümük kalmayınca, başımı hafifçe yukarıya doğru kaldırdım. Etrafıma, o herkesin kıskandığı evime baktım ve gururla, sanki hepsi rüyaymış gibi yürüyerek odama gittim.