Bir Meczupun Günlüğü

17/11/1994

1994 İstanbul’a geldiğim ilk seneydi. Ankara’da doğup büyümüştüm, belki de bu yüzden İstanbul’dan bu kadar etkilenmiştim. Tuzlu deniz kokusunun ciğerlerimde dolandığını hissetmek, rüyalarımı süsleyen okulun tarih kokan Arnavut kaldırımlarında yürümek, yüksek tavanlı amfilerde Türkiye’nin farklı yerlerinden arkadaşlar edinmek… İstanbul, yetmiş iki buçuk millet… Hayatım boyunca İstanbul benim için çok farklı bir şehir olarak kaldı. Bana göre İstanbul hem karanlığı, hem aydınlığı içinde barındıran nadir şehirlerdendi. Bu kalabalık şehrin gürültüsünde nice mutluluklar yatarken bir yandan da ağlar gibiydi şehir. Sanki bir yanında güneş doğarken öbür yanında gökyüzü kararıyor gibiydi. Bu şehir üniversiteyi kazanmamla açılan yeni bir kapının sembolüyken aynı zamanda annemin ölümüyle kapanan bir başka kapıyı temsil ediyordu.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Kütüphanesi

1994 yılınının yerini sessiz sedasız, kaderine mahkum 1995’e bırakacağı günlere yaklaştığımız bu soğuk Kasım ayında sert esen güz rüzgarlarının beni çepeçevre sarmaladığını hissettiğim sıradan sandığım bir gündü. O gün, aslında bana birçok acıyı getirmiş olan bu karanlık yılı büsbütün aydınlatacak ve hatırımda ardından gelen onlarca yıl boyunca 1994’ün bir tebessümle yer edinmesini sağlayacak gündü. Attığım her adım bana her düştüğümde elimden tutup beni kaldıran ve hep yanımda olacağı yanılgısına düştüğüm annemin ani ölümünü, annemi kaybetmemizden sonra derbeder olan babamı, ona yük olmadan okuyabilmek için düşük gelirli zor işlerde çalışmak zorunda oluşumu, parasını ödeyemediğim için atılmanın eşiğinde olduğum öğrenci yurdunu hatırlatıyordu. Derdin, tasanın boyumu aştığı o günlerde depresif ruhum az sonra kendini asacak bir meczupun ruhu kadar esrik, bütün nehirlerin tersine akan Asi Nehri gibi hoyrattı. Bu yılın giderayak bana belki de bütün hayatımı değiştirebilecek bir hediye sunacağından bi:haber Taksim’in soluk benizli ara sokaklarında ayaklarımın beni götürdüğü yere doğru yol alıyordum. Kareler halinde kesili çarpık kaldırım taşlarının üzerinde 25-30 adım daha attıktan sonra karşıma çıkan eski sahafı görünce yaklaşık 1-2 dakika bu dükkanı izledikten sonra ayaklarımın yoluma devam etmeme izin vermediğini fark etmiştim. Sanki bir güç beni bu kahverengi tonlarının esir aldığı bu dükkana doğru sürüklüyordu. Dükkanın minik pencerelerinden dükkanın içindeki loş, sarı bir ışıkla aydınlatılmış yüzlerce eski kitap görünüyordu. Hiçbir şey düşünmeden dükkana doğru birkaç adım atmış, o sırada ne yapıyor olduğumun eski tahta kapının yağlanmamış menteşesinin gıcırtısıyla irkildiğimde fark ettmiş ve sadece birkaç saniyelik bir duraksamanın ardından kendimi dükkanın içinde buluvermiştim. Dükkan buram buram kitap ve tahta kokuyordu. Bu kokuyu almak, saman kağıtlarının pürüzlü yüzeyine dokunmak belki de bu hayatta bana en çok huzur veren şeydi. 

Saatime baktım. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Sanki farklı kitapların oluşturduğu hayal dünyaları arasında dolaşırken bütün derdimi tasamı unutuyordum. Bu köhne dükkanda farkına varmadan geçirdiğin 45 dakikanın ardından kapıya doğru yönelmiş, çıkmak üzereyken gözüme kırmızı kapaklı bir kitap ilişti. Uzanıp bu kitabı elime almam için hissettiğim dürtüden sonra bu kitabın uzun zamandır bulmaya uğraşıp bulamayınca ümidi kestiğim kitaptı. Belki de peşine düşüp uğraştığımız bir şeyin ümidimizi kesince karşımıza çıkması hayatın muzipliğiydi. Kitabı alıp kasaya yöneldim ve kitabı okumak için sahilin yolunu tuttum.

Sahile vardığımda gördüğüm bir banka oturmak için birkaç adım attıktan sonra burnuma sıcak simit kokusu ilişti. Cebimdeki son bozukluklarla kendime bir simit alıp banka oturdum. Büyük bir heyecanla kitabı okumaya başladım. Kitabın sayfaları akıp geçiyordu. 23. sayfaya geldiğimde kitabın sağ üst köşesine bırakılmış bir not gördüm. İntihar eşiğindeyken hayatın bu kitabı karşıma çıkarmasının, kitapta yazan birkaç kelimelik bu notun, benim hiçbir sebep yokken o sahafa girmek istemem…  Bütün bunların bir anlamı olmalıydı. Ne olursa olsun savaşmalı, yaşamı bırakmamlıydım.

“Her ne olursa olsun, hayat yaşamaya değer. Hayatı savaşmaya değer bulmayanlarsa göğüslerinde bir et parçasıyla canlı canlı çürüyecekler ve buna da yaşamak demeye devam edecekler…”

O günden sonra yaşadığım her saniyeden zevk almaya uğraştım; acıdan, nefretten bile. Hem hüzün ve nefret beni hissettiğim en güçlü duygulardandı. Göğsümdeki bu et parçası içinde duygular olmadan kalp olarak adlandırılamazdı. Sanırım bu notu yazan kişiye bu yüzden bir teşekkür borçluyum. Her kimsen, beni uçurumun kenarından kurtardığın için sana minnettarım.

Belki de o hoyrat ve meczup genç hala içimde, derinlerde bir yerlerdedir. Kim bilir?

 

(Visited 113 times, 1 visits today)