Küçük köylerde efsaneler hızlı yayılır, balkonda arkadaşının kulağınıza fısıldadığınız bir cümle kar dolu bir dağdan aşağı yuvarlanırken büyüyen bir kartopu gibi genişleyerek ve şekil değiştirerek kasabanın diğer ucuna ulaşır. Bu tür küçük kasabalarda sır diye bir şey yoktur çünkü kendi düşünceleriniz bile size ait değildir. Böyle kasabalarda insanların hayatlarında umutla bakabilecekleri veya hayal edebilecekleri pek bir şey olmadığı için en ufak ilginç bir unsur bile herkesin dikkatini çeker ve yeni bir konu bulunana kadar konuşulur, tartışılır. Ta ki insanlar ondan sıkılana kadar. Sonuçta bu insanların doğasında vardır, öyle değil mi?
Aynı kasabada yirmi yılı aşkın bir süredir yaşadığım için bu sonsuz döngü konseptiyle çok tanıdıktım. Her sabah kalkıp aynı şeyleri yapmaktan ve bunları haftalarca, aylarca ve yıllarca tekrarlamaktan bıkmıştım. Her hafta farklı bir dedikodu çıkıyordu. Komşunun kızı diğer komşunun oğluyla şehir dışına kaçıyordu, biri sarhoş olup kapıda uyuya kalıyordu ve sabah bir gardiyan tarafından bulunuyordu, annem bana uygun olduğunu düşündüğü kızlarla beni tanıştırmaya çalışıp artık kendi ailemi kurma vaktimin geldiğini söylüyordu.
Sıkılmıştım.
Yine rutinlerimden birini yapıyordum, marketten süt ve ekmek almak için yola çıkmıştım ve o gün karşılaşabileceğim en olası sürprizin yolda inşaat olacağını düşünüyordum. Markete vardım ve elimi ekmek rafına doğru yönlendiriyordum ki gözüme yan dolapta duran günlük gazete belirdi. Manşetin yanında küçük, renkli bir fotoğraf ilgimi çekti. Ayna resminin yanında efsanelerle ilgili okumaya üşendiğim bir yazı vardı. İlgimi çektiği için süt ve ekmeği koyduğum poşetin içine sıkıştırdım, parayı ödedim ve yola koyuldum. Eve gittiğimde gazeteye ödediğim paranın boşa gittiğini anladım.
Okuduğum hikayeyi şimdiden evdekiler bütün detaylarıyla tartışıyorlardı. Gazeteyi sehpaya koydum ve koltukta yerimi buldum.
‘’Efsaneye göre aynaya baktığında en büyük korkunu görüyormuşsun.’’ dedi kuzenim.
‘’Harry Potter’daki gibi mi?’’ diye sordu diğeri.
‘’Hayır- yani evet ama tam olarak değil. Dediklerine göre baktığında kabusların gözünün önünde beliriyormuş.’’
‘’Neden öyle bir aynaya bakmak isteyim ki? Hey Niall, sen öyle bir aynaya bakmak ister miydin?’’ diye sordu kuzenim. Sorunun bana sorulduğunu anlamam birkaç saniye sürdü.
‘’Bilmem, bakardım herhalde. Meraktan.’’ cevabımın onları tatmin etmediğini biliyordum.
‘’Hile işte, insanlardan aldatmacayla para kazanmaya çalışıyorlar.’’ diye bağırdı annem mutfaktan.
‘’Para mı, aynayı satıyorlar mı?’’ diye sordum.
‘’Hayır ama ücretini ödeyerek aynaya bakabiliyorsun, kabusunu görmek için.’’
Ve işte böyle küçük eski model, mavi bir Dacia’nın arka koltuğunda beş kişi sıkışarak bu rivayete göre kabusunu gösteren aynayı görmeye gidiyorduk. Hepimizin içinde şüphe duygusu vardı, sonuçta böyle bir efsane gerçek olamazdı, öyle değil mi?
Ama doğru da olabilirdi, ilk defa beni ölümüne sıkan bu kasabada ilgimi birazcık da çekmiş olmayı başaran şey doğru olabilirdi ve bu içimdeki umudu besliyordu. Doğru olmasa bile en azından monotonluk çemberini kırmıştı, sonuçta bu da bir gelişimdi.
Gıcırtıyla arabanın frenine bastı annem ve araba durdu. Hepimiz tek tek o filmlerdeki palyaço arabalarından iner gibi indik, sanki hiç tükenmeyecek gibi kapıdan sürekli yeni biri fışkırıyordu.
En meraklı ben olduğum için ailemi aynayı ilk benim görmeye gitmem gerektiğine ikna ettim ve cüzi ücreti ödedikten sonra aynanın bulunduğu odaya adım attım.
Gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım.
Daha doğrusu inandım ama belki de inanmak istemedim. Bir an halüsinasyon olabilir diye gözlerimi ovaladım ama görüntü hala değişmedi. Aynayı iki parmağımla tıklattım. Belki de bozulmuştur diye düşündüm ama hiçbir şey değişmedi.
Aynada gördüğüm görüntü her sabah banyoya girdiğimde yere kadar uzanan aynada gördüğüm görüntünün aynısıydı. Sıradandı.
‘’Demek gerçekten de bir kandırmacaymış, ha?’’ diye söylendim kendi kendime.
Sıkıcı döngüm asla bozulmayacak gibi görünüyordu.