Seul’un kalabalık caddesinin girişine ulaştığımda saatler 14.30’u gösteriyordu. Şehirin en işlek olduğu zamanlardı bu saatler. Hafta sonunun gelişinin coşkusundan kaynaklanan bu müthiş kalabalığı yararak büroya gitmeye çalışıyordum. Mezun oluşumdan beri 4 sene geçti fakat hala kendi ayaklarım üstünde durabileceğim bir işim yoktu. Güney Kore’nin sayılı üniversitelerinden mezun olmam rağmen hala bir avukatlık bürosunda getir-götür işleri yapıyordum. Bütün günüm büronun sahibine ve büroda çalışan avukatlara hizmet etmekle geçiyordu. Sabah gittiğim yüksek lisans dersimden çıkıp büroya gidiyor ve akşama kadar klasörleri raflara yerleştiriyor, alfabe sırasına göre diziyordum. Hayattan,işsizlikten,hakkımın yenmesınden ve en çok da patronumdan bıkmıştım. Bana köle gibi davranan bu kadından artık çok sıkılmıştım. Her sabah azar işitip üstüne bir de maaşımın geç yatmasından gerçekten çok sıkılmıştım. Büroya doğru yaklaşırken saçma bir düşünce aklımı kurcalıyordu. Fakat bu düşünce ne benim kişiliğime ne de anayasaya uyuyordu. Yok yok bu kesinlikle etik değildi. Konular konuşularak da halledilebilirdi.
Çalıştığım yer Seul’un karanlık ve ıssız sokaklarının birinde, boyası akmış, çatısından sürekli su damlayan yirmi beş yıllık bir binaydı. Kore savaşından kalıntılar taşıyan bu binada aynı zamanda insanlar barınıyordu. Ne zaman işin heyecanına kapılıp birazcık ses yapsak hemen şikayete gelirlerdi. Hiç kimse bizi o binada istemiyordu. Eski olmasından kaynaklanan gıcırtılarıyla merdiven basamaklarını birer birer çıkarak ofise ulaştım. Kapının zilini çaldıktan sonra kapıyı açmaya şirketin sekreteri Min Ji geldi. Bu kız her Koreli gibi çekik gözlüydü. Fakat kahverengi gözleri adeta parlıyordu. Böyle bir kahverengi tonunu ilk kez bu kızın gözlerinde görmüştüm. Minyon ve zayıf bir kızdı fakat yüzü kemikli değildi. Yüzü adeta ay gibi parlıyordu. Küçük burnu ve sanki kalemle çekilmiş kaşları kızı daha da bir ilgi çekici yapıyordu. Sanırım bu kıza yavaş yavaş aşık oluyordum. Çünkü bana ofiste tek düzgün davranan oydu. Çok temiz bir kalbi vardı. Kimseyi incitmek istemezdi. Hatta bir keresinde bana hakaret eden avukata çok ser çıkışmıştı. O günden beridir ben de ona karşı bir şeyler hissediyordum.
Patronun odasının önünden geçerken ne kadar beni çağırmaması için dua etsem de beni odasına çağırıp bir güzel azarladı. Sebebi ise mesai saatlerimin dışında gelen bir dosyayı rafa yerleştirmememmiş. Beni azarlamak için fırsat kolluyordu resmen alçak! Odasından çıkarken yine o düşünce kafamın içini kapladı. Fakat bu sefer etik olup olmaması hiç önemli değildi. Evet, onu öldürecektim. Onu kesinlikle öldürecektim.
Kolombiya çakımı alıp evden çıktığımda endişeliydim. Çakıyı o kadar sıkı tutuyordum ki elim evden çıktıktan 5 dakika sonra mosmor olmuştu. Patronun şehrin burjuva kısmındaki evine gelmeme az kalmış, acılar içinde ölmesini hayal ettikçe ise daha da hızlı yürüyordum. Evinin önüne geldiğimde sakince kapıyı tıklattım. Beni görünce şaşırıp neden burda olduğumu sordu. Hiçbir şey demeden adamın üstüne atladım ve ellerimle ağzını kapatıp bıçağı adam hareketsiz kalıncaya dek sapladım. Adam yere yığılınca kanlı ellerime bakarak sandalyeye yığıldım. Fakat bir şey unutmuştum. Kan benim fobimdi. Ellerimin kanlı olduğunu fark edince bilincimi kaybettim.
Gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım. Buram buram ilaç kokan bir hastanenin beyaz yatağında ellerim kelepçeli bir şekilde yatıyordum.. Polisler ve doktorlar etrafımda yarım bir daire oluşturmuşlardı. İsmimden başlayarak bana onlarca belki de yüzlerce soru sordular. Fakat hiçbirine cevap veremiyordum. Sanki o bıçak darbeleri adamın karnına değil de benim boğazıma saplanmıştı. Acaba gerçekten konuşamıyor muydum yoksa hapiste çürüyecek olan hayatım mı beni susturuyordu?