Doyumsuzluk, toplum tarafından çoğunlukla ayıplanan bir duygudur. Buna rağmen bu duygu insan doğasının gereğidir ve bizleri daha çok çalışmaya iten yegane güdüdür. Açgözlülüğümüzden midir bilinmez türümüzün ilk örnekleri kendilerine daha kaliteli hayatlar kurmuşlar ve zamanla bugünlere gelebilmişiz. Peki modern yaşamda bunun tamamıyla zararsız olduğunu söyleyebilir miyiz? Tam tersini uygularsak daha olumlu sonuçlar bekleyebilir miyiz?
Materyalist bir bireyi ve öte yandan hayata daha romantik yaklaşan diğer bir bireyi örnek alalım. Bir materyalist için öncelik her zaman maddiyattır ve açgözlülük ona tuhaf gelmez. Fazladan mesaiye kalır, hep çalışır ve elindekiyle asla yetinmez. Huzuru hep bir sonraki adımda arar. Yaşamdaki küçük ayrıntılar, onun duygularını harekete geçirecek özellikte değildir, olaylara her zaman mantık çerçevesinde yaklaşır.
Bir romantik içinse bütün bunlar hikayedir, aynı zamanda da bir merak unsurudur: İnsanın büyük bir kaosta bulunarak yıpranmaması ve paraya bu kadar düşkün olması onun için bir soru haline gelir. Paranın bir amaç değil araç olması gerektiğine inanır, hayata bir kez geldiğini bildiği için gereksiz yere strese girmez ve küçük ayrıntıların ( kuş sesi, güneş ışığı, çiçek kokusu, bir günaydın mesajı vb.) tadını çıkarmayı prensip edinir. Hayatın amacı hakkında uzun uzun düşünebilir ve ruhunu bencillikle kirletmemeye özen gösterir.
Bu ikisinin doğruluğu ya da yanlışlığının kişiden kişiye farklılık göstermesi doğaldır, yine de çağdaş dünyada bir düşünce uğruna aşırıya kaçmak çok da sağlıklı bir durum olmasa gerek. Bu ifadeyi basite indirgemek gerekirse bir materyalist istediğini bir türlü alamayınca bunalıma girebilir ve bir romantik de maddiyattan kendini tamamıyla soyutladığında işsiz kalıp geleceğe karamsar bakmaya başlayabilir. Bu iki kavramı sizler için somutlaştırmak adına tanıdığım iki farklı insanı betimlemek isterim: İlki; akademik hayatta çok başarılı, herkesin beğendiği ve sosyalleşme konusunda hiçbir sıkıntısı olmayan biriydi. Bu kadar güleç bir insanın aslında paragöz ve hırs küpü bir insan olduğu kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. Bana bu karanlık özellikleri dolayısıyla eskiden psikiyatrik sorunları olduğunu söylemişti, o günkü konuşmamız beni materyalizm ve romantizm arasındaki savaş üzerine bir hayli düşündürmüştü.
İkincisiyse ruhsal yönü kuvvetli olan bir tanıdığım. Mevlana’nın sözlerinden hoşlanırdı ve hayatında dinin önemi büyüktü. Hırsın zararlı olduğunun farkındaydı ve kendisini ondan hep uzak tutmaya çalışırdı. Parayla içli dışlı değildi ve rahat bir yapısı vardı. Hayata bir kez geliyorum, diyerek sıkıntıya gelemediğini ifade eder dururdu. Fazla rahat tutumundan vazgeçmemesinin verdiği bir sonuçla kendisi işsizlik dolayısıyla aylar boyu zahmetli günler geçirmişti.
Tahmin ettiğiniz üzere, ilki hep daha fazlasını arzuluyor fakat ikincisiyse ”Hayırlısı neyse o olsun.” felsefesini ilke edinip kendince huzurlu bir hayat sürüyor. Modern yaşamda bu iki aşırı yaklaşımın bize uzun vadede kazandıracağına inanmıyorum. Aynı şekilde ”Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir.” sözünün de romantik yaklaşımı gereğinden fazla desteklediği kanaatindeyim. Bilimin eşitliği önemsemesi misali biz de eşitliği hayatlarımızın temeline oturtmalıyız: Bir amacımız varsa daha fazlasını istemekten ve bunun için de insanüstü bir çaba sarf etmekten çekinmemeliyiz, bununla birlikte iç huzurumuzu daima koruyarak bazen nelerin gerçekten anlam ifade ettiğini sorgulamalıyız. Böylece körü körüne inanmanın bizi iteceği uçuruma düşmekten kendimizi kurtarmak mümkün hale gelecektir.
KAYNAKÇA:
Öne Çıkan Görsel: http://youtube.com
- Görsel: wallpapers-xs.blogspot.com
- Görsel: abccounselingcenter.com
- Görsel: imgkid.com