“Adı Anıl’dı. Her daim dağınık olan ve ona ayrı bir doğallık katan dalgalı saçları ve saçlarının güneşe çalan sarısıyla tezat oluştururcasına karanlık, insanı delip geçen gözleriyle etkileyemeyeceği kızın olmadığını söyleyebilirdim. Gerek fiziksel özellikleri, gerekse giyim tarzıyla ona bir kere bakan birinde dönüp bir daha bakma hissi uyandırdığı ise yadsınamaz bir gerçekti.
İkimiz ciddi anlamda farklıydık. Onun dış görünüşünden kaynaklı gelişen egosunun bende tek bir kırıntısı dahi yoktu. Okuldan, ikimizi de bir miktar tanıyan herhangi bir kişiyi çevirip sorduğunuzda tek ortak noktamızın aynı okulda ve 12. sınıfta olmamız olduğunu söylemesi muhtemeldi. Ben ne kadar doğaya ve çevresindekilere önem veren bir insansam;o, o kadar umursamazdı. Yani en azından dışarıdan öyle bir profil çiziyordu. İşte onu barınakta hayvanlar için battaniye ve yiyecek taşıyıp, yaralı hayvanlarla ilgilenirken görünce o kadar şaşırmamın sebebi tam da buydu.
Hayvanları çok seviyordum. Ama ailem her istediğimde alerjilerimi öne sürerek, benim sokaktan ya da barınaktan herhangi bir hayvanı sahiplenmeme karşı çıkmıştı. Bir süre sonra ısrarlarımın gereksiz olduğunun farkına varmış ve sadece bir hayvana yardımcı olup onu sevmektense sevgimi birden çok ve sevgiye muhtaç hayvana paylaştırabileceğimi keşfetmiştim. O zamandan beri ise neredeyse hiç aksatmadan, her hafta barınağa gidiyor ve elimden geldiğince hayvanların ihtiyaçlarını karşılayıp, onlarla ilgileniyordum.
Yine bir haftasonu yeni ameliyattan çıkmış bir kediyle ilgilenirken, Akın ağabey ile konuşurken gördüm onu. Akın ağabey barınağın müdürü ve başveterineriydi. İlk başta yanındakinin o olduğunu anlayamadım. Karıştırdığımı düşünüyordum. Belki de okulda hayvan sahibi olan insanları aşağıladığını işittiğim ve bir sürü insan ona hayvan düşmanı dediğinde umursamadan yoluna devam edebilen bu çocuğun, şu anda barınakta olduğu gerçeğini zihnim kabullenmek istemiyordu.
Akın ağabey ile yanıma doğru geldiklerini fark ettiğimde, kucağımda yatan kediyi yavaşça yere bıraktım ve ayağa kaktım. Akın ağabeyle selamlaşmamın üzerine Anıl’a çevirdim soran bakışlarımı.
‘Siz tanışmıyor musunuz?’ diye sordu Akın ağabey. Ciddi anlamda şaşırmış görünüyordu. Hayır anlamında başımı iki yana salladım. ‘Merhaba. Ben Anıl.’ diyerek elini uzattı. ‘Azra.’ diye cevap verdim. Fakat kısık gözlerle bana bakmaya devam ediyordu. ‘Tanışmadığımıza emin misin? Siman çok tanıdık geliyor.’ ‘Evet. Tanışmadık. Ama aynı okuldayız.’ Yüzünde oluşan şaşkınlık ifadesi birkaç saniye içinde yerini bir gülümsemeye ve ardından kahkahaya bıraktı. ‘Pekala.’ dedi kahkahaların arasında. ‘Hatırladım. Sen şu kış günü kedinin kafasına su boşalttı diye Murat’ı dövüp, sonra disiplin cezası almanın üzerine; müdüre saydırırken yakalanıp, bu sefer de uzaklaştırma alan kızsın.’
Bu sefer gülme sırası Akın ağabeydeydi. ‘Sanki sen çok farklısın Anıl. Sen de İtalya’da bir çocuk yoldaki köpeği arabayla ezip, hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam etti diye; bir sonraki gün çocuğun ayağını ezmedin mi oğlum? Şimdi ağzımı açtırma benim.’
O gün, bütün günü birlikte geçirmiştik. Ailesinin İtalya’da yaşadığını ama geçen sene Akın ağabeyin anlattığı olay yüzünden okuldan atılması sebebiyle ailesiyle kavga ettiğini ve eşyalarını toplayıp ağabeyinin yani Akın ağabeyin yanına geldiğini öğrenmiştim.
Geçen zaman içinde artık sürekli sözleşmeye ve barınağa her hafta birlikte gitmeye başlamıştık. Birlikte zaman geçiriyor ve her geçen gün birbirimizi daha yakından tanıyorduk. Mesela hayvan sahiplerinden değil; hayvan sahibi olamayıp, hayvanları kafeslere kapatıp, onları özgürlüklerinden alıkoyan insanlardan nefret ettiğini öğrenmiştim. Abisiyle çok benzer bir düşünce yapısına sahipti. Abisi de sırf bu sebeple kendi cebinden çok büyük meblalarda paralar harcayıp, barınağa hayvanların kendilerini özgür hissetmeleri için birçok alan ekletmişti. Her geçen gün aramızdaki bağ kuvvetleniyor ve ben, fark etmeden her geçen gün ona aşık oluyordum.
Bir süre bunun farkına varmadım. Farkına vardıktan sonra ise uzun bir reddetme dönemim oldu. Ve zaman geçip gitti.
Okulun son haftası gelip çatmıştı. Mezuniyet günüydü. Yakın arkadaşlarım, ne yapmış ne etmiş, beni ona her şeyi anlatmaya ikna etmişlerdi. Mezuniyet günü gözlerimle uyum içerisindeki, koyu yeşil elbisem ve annemin özenle dalgalandırdığı, kızıla çalan, dalgalı saçlarımla, aynaya bakarken; kalbimin bu kadar hızlı atmasının sebebi, mezun olmam değil, ona söyleyeceklerimi kafamda toparlayamamamdı.
Baloya beni babam bıraktı. O ise kuzeniyle gelmişti. Dans müziği çalmaya başladığında hızlıca toparlandım ve kendinden emin adımlarla Anılların masasına doğru, yürümeye başladım. Her adımımda kararlılığım korkuya dönüşüyordu. Ama bunu yapacaktım. ‘Benimle dans eder misin?’ Yüzünde bir gülümseme oluştu. Harika şimdi bana gülecekti ve her şey maaf olacaktı. İnanamıyordum. Bu sözler benim ağzımdan mı çıkmıştı. Onun ağzından çıkan sözlerse korkumu saniyesinde silip süpürmüştü. ‘Tabi ki. Ben de tam sana aynı soruyu soracaktım.’ O gün hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Ama sonu güzel bitmemişti. Gecenin sonunda bana ailesiyle barıştığını ve okullar kapanır kapanmaz onların yanına döneceğini söyledi. Kısacası o hafta son haftamızdı. Buna inanmak istemedim. Bir şekilde bir gün tekrar birleşeceğimize inanıyordum.
Öyle olmadı. Okullar kapandıktan sonra bir daha hiç görüşmedik. Üniversite yıllarında ise babanla tanıştık. Sonrasını biliyorsun zaten.
Pekala ben anlattım. Şimdi sıra sende.” Duyduklarım beni çok etkilemişti. Anneme okulda olanları anlatmamak için verdiğim çabalar cidden sonuç vermişti. Ama böyle bir hikayeyi cidden beklemiyordum. “Anne cidden çok uykum geldi.” dedim esneyerek. “Ama bu haksızlık. Eğer ben sana ilk aşkımı anlatırsam sen de bana anlatacağına söz vermiştin.” dedi annem isyan ederek.
“Tamam anne söz veriyorum, anlatacağım. Ama bugün değil. O başka günün hikayesi.”