Küçükken annemin elini asla bırakmazdım, o zamanlar 6 yaşındaydım. Çünkü o sıcacık şefkat dolu ellerin beni dünyanın en kötü insanından bile kurtaracağını düşünürdüm. Zaten öyleydi. Ben annemin elini bıraksam bile o benim elimi asla ama asla bırakmazdı. Hep beni düşünürdü, benim ufacık bir yerime bile zarar verilmesine tahammül edemezdi. Dayanamazdı benim ağlamama.
Bir gün ben ve annem sokakta geziyorduk. Sokak hafif loştu ve biraz da korkunçtu. Fakat ben merakıma yenik düşüp sokak dükkanlarından bir tanesinin içine girdim. Girdiğimde orada bir sürü çiçek, bitki ve aynı zamanda çim adam adı verilen, oyuncağa benzeyen, kafasını suladıkça ve iyi bakıldıkça kafasından saç yerine çim çıkan bir süs gördüm. Bu süs çok güzel ve ilgi çekiciydi. Küçük çocukları çevresine çekebilmek için oldukça iyi bir seçenekti.
Anneme bunu almak istediğimi söylemek için arkamı döndüğümde, annemin yanımda olmadığını ve onu kaybettiğimi anladım. O an annesizliğin nasıl bir duygu olduğunu anlamaya başladım. Bir dayanağın yoktu sanki, seni ayakta tutan, sana güven veren, sevgiyi tattıran, doğruyu yanlışı anlatan, gerektiğinde sana kızan, gerektiğinde başını okşayan, sana hayatı tattıran, ruhunun, bedeninin, beyninin, senin bir parçan olan varlığın olmaması…
Korktum. Etrafıma bakındım ama nafile. Yoktu annem.
Ağlamaya başladım. Annem, annem gitmiş olamazdı. Düşüncesi bile tüylerimi diken diken yapıyor, nabzı delirtiyordu. Bir an dünya sanki küçülmüş, üstündeki insanlar ve varlıklar yok olmuş, durmuş gibiydi. Birden omzuma bir el deyince irkildim ve arkamı döndüm. Döndüğümde arkamda annemi görmüştüm. Onu gördüğüm anda ona sarıldım. Bu hissi kaybetmek istemiyordum, bu hissin için kaybolmak istiyordum. Annem bana kaybolduğum için mi bu kadar ağladığımı sordu. Ona bir cevap vermemiştim henüz. Şimdi cevabımı veriyorum: “Ben kaybolduğum için değil seni kaybettiğim için ağlamıştım anne.”