Bir Destandır Çanakkale

Bugün en karanlık güne uyandık milletçe. Anadolu’nun acılarla dolu bağrına bir kor daha düştü. Düşman kuvvetleri bu sefer de Çanakkale’de deneyecek şansını. Bu millet bu şanlı millet ölür de bırakmaz vatanını. Amma ve lakin herkes korku içinde “Belki…” diyor herkes “Ya bu sefer olmazsa, ya kurtaramazsak vatanı…” Muhalifler devlete küfürler sayıyorlar. Bir bakıma haklılar da son yıllarda padişah keyfine düştü, unuttu halkını. Elin adamları geliyor bir kez daha kaybediyorduk her şeyi. Balkanlardaki yenilgiden sonra bir Anadolu kaldı elimizde.

Bir süre geçti. Ağabeyim gidiyor şimdi Çanakkale’ye, vatan uğruna ölmeye tıpkı babam gibi… Onu da Selanik’te kaybetmiştik. Lakin önemli olan her zaman vatandır. “Keşke…” diyorum içimden “Ben de gideydim savaşa uğrunda öleydim bu cennet vatanın.” Anam hep: “Erkek gibi olursun şu saçlarını kesme.” derdi. Belki de gidebilirdim. Saçlarımı keser biraz bol giyinirdim. Yapsam yapsam bu gece yapardım. Gece herkesin uyuduğu zamanda kalktım döşeğimden, babamın bıçağını aldım, kestim bütün saçlarımı. Hemen yere düşen saçlarımı süpürdüm, başıma da bir bez taktım. Hiç de belli olmamıştı. Sabah olmak üzereydi, ezan okunuyordu. Abdestimi aldım, namazımı kıldım. Abimle helalleştik. ”Gidiyorum ben göz kulak ol anama. ”dedi. Ağabeyim çıktı. Üstümü değiştirip, abimin kıyafetlerini giydim. Meydana gittim, tam görevi asker kalkıyordu. Gittim tutum kolunu “Ben de adımı yazdırmak istiyorum, gönüllü olarak. ”dedim. Elini omzuma koydu ve “Sen daha küçüksün delikanlı, büyü ve iyi bir asker ol, o zaman gelirsin.” dedi. “Ya o zamana kadar vatan kalmazsa bey amca.” diye cevapladım onu. Bir anda yüzünde o tatlı gülümseme silindi ve bağırdı. “ de git işim gücüm var benim.” Ama ben kararlıydım, paçasına yapıştım. Yalvardım, yakardım… En sonunda kabul etti ve adımı yazdı.  Çabuk ol yetiş konvoya, yoksa geç kalırsın, dedi. Hemen koştum yetiştim. Cepheye vatan uğruna ölmeye gidiyorum. Daha şanlı ve şerefli bir şey olabilir mi? kafamı geriye yasladım cepheye gidesiye kadar.

Cepheye vardığımızda gözüm korktu. Mahşer yeri gibiydi. Bir yandan tayyarelerden atılan bombalar patlıyor, bir yandan mermiler havada çarpışıyordu. Kafam karışmıştı. Bu kadar aciz miydik bu alçak düşman karşısında. Herkes koşarak siperlere dağıldı. Elime bir silah tutuşturdular. Yere çöktüm. Durumun bu kadar vahim olacağı aklıma bile gelmezdi. Uzatılan bir elle kendime geldim. Yarım dilim kuru ekmekti bu, yanında da azıcık çorba. Acıkmıştım hemen alıp yemeye başladım. Yaşlıca bir adam geldi ve yanıma çöktü. Adam;

  • Selamın aleyküm
  • Ve aleyküm selam, diye cevap verdim.
  • İlk kez mi geliyorsun cepheye?
  • Evet, dedim mahcupça, o kadar belli oluyor mu?

Adam güldü ve takkesini çıkardı. Hafif kır saçları karışmış sakalını okşadı.

  • Ben bu saçları böyle savaşlarda ağarttım delikanlı. Ben de ilk zamanlar böyleydim.

Bir süre sessizlik oldu. Yemek sadece kuru bir ekmekti. Etrafıma bakındım; kimisi Kuran okuyor, kimisi anasına, sevdiceğine mektup yazıyor belki de diyor: “İyiyim ben merak etmeyin!” Oysaki aç bilaç savaşıyor gece gündüz. Kimisi çoktan uykuya dalmış.

Birkaç gün geçti bir haber geldi: Cılız mı cılız bir adam iki yüz altmış kiloluk mermiyi kaldırmış, batırmış İngiliz’in gemisini. Kimse inanmıyor!  Haklılar da… Düşman tekrar taarruza geçmişti. Tabyaları birer birer kaybediyorduk. Geceleyin düşman boğazdaki bütün mayınları tek tek temizledi. Nusret mayın gemisi teker teker, yavaş yavaş, tek bir çıt bile çıkarmadan denize yerleştirdi mayınları. Sabah oldu, İngilizlerin o ihtişamlı gemileri boğazdan geçerken patladı birer birer mayınlar. O gemiler boğazın serin sularında boğuldu. Savaş bitmişti. Herkes sevinç naraları atıyordu. Allah’a şükür hala sağdık ama en önemlisi bu cennet vatan, güneşin ön bahçesi hala bizimdi. Herkes ailesine döneceği için fazlaca mutluydu. Şehitleri gömüp gidecektik. Tam da o anda yerde yatan tanıdık bir yüz gördüm. O abimdi, hemencecik koşup sarıldım, ağlamaya başladım. Ancak beni hemen ayağa kaldırdılar ve onu gömdüler. Konvoyla beraber eve, anama döndüm. Gözü yaşlı anam beni görünce sevinçten ağlamaya başladı. Kısa bir süreliğine mutlu mesut yaşadık. Ta ki o güne kadar. Kapımız çalındı ve asker geldi. Anam açtı kapıyı. Asker: “Bu evde erkek varsa bizimle cepheye, Çanakkale’ye gelecek.” Dedi. Hemen koştum abimin kıyafetlerini giydim. “Ben varım” ve anamın elini öptüm, helalleştim. Hemen konvoya yetiştim. Adamlar konuşuyorlardı:

  • Yine mi İngilizler! Yenilmeye doyamadılar.
  • Bu sefer karadan gelmiş diyorlar.

Dinleyecek mecalim kalmamıştı. Cepheye kadar uyukladım, gittiğimizde bizi Mustafa Kemal isimli bir yarbayın komutasında olacakmışız.

Ertesi sabah Mustafa Kemali gördük. Boğazı kıskandıran mavilikte gözleri, güneş kadar parlak sapsarı saçları vardı. Ardından milyonlarca şiir yazılacak kadar güzeldi. O gün yaşadığım savaş en kötüsüydü. Ah o İngilizler, o barbar İngilizler demirden yapılma sivri dikenli yumruk boyutunda bilyeler atıyorlardı. Ayakta olanların kafasına, omzuna saplanıyor; yere yatanın karnına batıyordu. Mermiler, havada çarpışıyor, toprak şehidimin kanıyla ıslanıyordu.

Bu durum günlerce sürdü. Mustafa Kemal: “Conkbayırına çıkartma yapacağız düşman orada. Dedi. Herkes “durum vahim!” diyordu. Biz de hemen 57. Alay olarak oraya gittik. Baktık asker de düşman da süngü takmış kara toprakta yatıyor. Mustafa Kemal başladı:

  • Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimize başka kuvvetler alacaktır.

 

O emirle Mehmetçik şehadete erme umuduyla düşmana atıldı. Ben de sadece diğerleri gibi koştum. O an göğsümde bir ağrı hissettim, yere düştüm. Gözlerim yaşlarla boğuldu bunlar üzgünlük gözyaşları değildi, mutluluk gözyaşlarıydı. Son kez derin bir nefes alıp var gücümle bağırdım:

“ ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!”

 

(Visited 176 times, 1 visits today)