Her sabah okula gitmek için aynı yoldan geçiyordu ama bu sabah her şey farklıydı. Gözlerinin önünde birdenbire beliren parlak, altın rengi bir kapı, onu başka bir dünyaya davet ediyordu. Bu gizemli kapıya doğru yürüdü. Başta biraz tedirgin olsa da kapının ardında kötü bir şey olamayacağını düşünerek içeri girmeye karar verdi, sonuçta parlak altın bir kapının arkasında en kötü ne olabilirdi ki? Belki de böyle düşünmekle hata ediyordu ama fazla düşünmeden kapıyı araladı, aradan baktı ve gördüklerine inanamadı. Karşısında devasa bir ağaç parlıyordu, ağaç o kadar büyüktü ki koskoca şehirler bu ağacın altında ufacık birer köymüş gibi görünürdü. Yürümeye devam etti ve bir çarpma sesi duydu, kapı arkasından şiddetle kapanmıştı. Arkasına dönüp baktı ve parlak altın kapının yavaşça gözden kaybolduğunu, yerini soluk gri renkli bir duvarın aldığını gördü, geri dönüş yoktu. İçinden bir ses ona geri dönmek için bu ağaca ulaşması gerektiğini söyledi. Sanki bir oyundaymış da oyunu bitirmek için ana zindana ulaşması gerekiyormuş gibi bir his uyandırdı bu. Bir anda gelişen bu olayın üstüne afalladı, dizlerinin bağı çözüldü, göğsü daraldı, nefes alıp vermekte zorlandı. Gündelik hayatından bu kadar hızlı şekilde uzaklaşıp ilk defa gördüğü bu diyara gelmek onu şoka uğratmıştı. Bir süre dinlendikten sonra eve mümkün olduğunca çabuk dönebilmek için ağaca doğru yol almaya başladı.
Ağacın ışığı gözlerini kamaştırıyordu, bir yandan da ihtişamına hayranlık duyuyordu. Ağaca doğru yola koyuldu, biraz ilerledi, ufakça bir tepenin üstüne vardı. Önündeki uçsuz bucaksız düzlükler gözünü korkuttu. Düzlükler üç aşamadan oluşuyordu. Bunlardan ilki ve en büyük görüneni bir ormandı, onun ilerisinde çorak araziler yer alıyordu. Ağaca ulaşmak için en son aşması gereken engel taşlık bir araziydi. Yeniden yola koyulmuşken ormanın içinden bir duman yükseldiğini gördü ancak bu bir yangın değildi, burada biri yaşıyor olmalıydı. Hemen dumanın kaynağına doğru yola koyuldu. Çok geçmeden ağaçların arasında bir boşluğa denk geldi, ortada ahşaptan yapılma bir kulübe duruyordu.
İçerden kulağa çok hoş gelen bir müzik yükseliyordu, biri ilk defa duyduğu bir enstrümanı çalarken bir kadın da yine yabancı olduğu bir şarkı söylüyordu. İkisinin uyumu geceyle gündüzün uyumu gibiydi. Müziği bozmaya cüret edemediğinden bir süre bekledi, çok geçmeden sessizlik baş gösterdi, nihayet müzik durmuştu. Meşeden yapılma son derece bakımlı duran kapıyı tıklattı. Kapıyı neşeli, kızıl ve tombul yanaklı, büyük burunlu bir adam açtı. “Biz de seni bekliyorduk, sonunda gelebildin, hiç gelmeyeceksin diye korkmuştum.” dedi ve onu içeri aldı. Bu adam kimdi ve onu niye bekliyordu anlamamıştı. Ev sahibi ona biraz yemek ikram etmek istedi. O acıkmadığını fark ettiği için bu kibar teklifi reddetti. Ev sahibinin adını bilmiyordu ve de sormak istemedi, kolundaki lekeden dolayı kendince onu “Lekeli” olarak adlandırdı. Lekeli ona sorular soruyordu ve sohbet etmeye çalışıyordu. O bunu istemedi ve doğrudan konuya girdi. Ağaca en kolay nasıl gidebileceğini sordu. Lekeli “Bunu soracağını biliyordum.” dedi. “Altın Ağaç’a gitmenin iki yolu var. Bunlardan ilki ve zor olanı bütün yolu gitmek, çoğunlukla düzlük olan uzun mesafeleri kat etmen gerekiyor. Düzlük de olsalar arazi koşulları nedeniyle bu mesafeyi gitmek herkesin başarabileceği bir şey değil, kaldı ki her gün 8 saat yürüsen bile en erken 2 haftada varabilirsin. Gizli bir yol daha var, ormanın derinliklerinde bir geçit var ama onu kendi başına bulamazsın. Yarın sabah yola çıkalım, sana yolu göstereceğim.” dedi ve başka hiçbir şey söylemeden uyumaya gitti.
Günün ilk ışıklarında uyanmıştı ikisi de. Hızlıca yola koyuldular. Lekeli nedenini anlamadığı şekilde hızlı yürüyordu, Lekeli’den geri kalmamaya çalışırken zorlanıyordu ve nefes nefese kalmıştı. Çok geçmeden antik bir yapıya ulaşmışlardı, bir tapınağa. Tapınağın duvarları sarmaşıklarla kaplanmış olsa da sütunları sağlamdı. Parlak gri tuğlarla yapılmıştı ve çok görkemliydi. Hızla içeri girdiler, Lekeli’nin acelesine anlam veremiyordu ama yavaşlamasını söyleyemeyecek kadar da soluksuzdu. O hızlı tempoyla daha fazla gidemedi, yavaşladı ve sonunda durdu. Lekeli “Çok az kaldı, az daha dayan.” dedi ve kolundan tutup çekmeye başladı. Bir odanın içine girdiler ve odanın devamında parlak bir şey vardı. Lekeli ona buraya kadar eşlik edebileceğini, buradan sonra tek başına kalacağını söyledi. Lekeli’ye her şey için teşekkür etti ve odanın içinde yürümeye devam etti. Oda o kadar büyüktü ki ancak 10 dakika sonra odanın sonuna varabildi ancak odanın sonu artık tapınakta değildi, önünde bir duvar yoktu. Dışarı adımını attı ve geriye dönüp baktığında sadece bir taşlık bir arazi gördü, taşlık arazinin ardında çorak bir arazi vardı, onun da ardında bir orman. Bu 10 dakikada bütün bu yolu kat ettiğine inanamadı. Sonra karşısındaki parlaklığa sebep olan Altın Ağaç’a doğru yürümeye başladı. Gözünü mümkün olduğunca kıstığı halde hala çok parlaktı. Birkaç dakika bu şekilde ilerledikten sonra ışığın arasında bir karaltı gördü. Buraya yaklaştıkça bunun bir kapı olduğunu anladı. Kapıyı açtı, kapının ilerisini göremiyordu. Hardal rengi ve koyu yeşilin karışımı renkte bir duman vardı. Başta cesaret edemese de dumanın içinden geçtikten sonra havada asılı kelimeler gördü: “Oyunumuzu oynadığınız için teşekkürler.”