Hayal Alemi

Kafamı koyduğum gibi balıklama atlıyordum hayal alemimin içine. Bakmayın hayal alemi dediğime, kendisi gördüğüm ama elimin yetişmediği şeylerin üç boyutlu bir sinemasıydı aslında. Bir o kadar gerçekçi, bir o kadar da uzaktım o sahnelere. Her gün yeni bir heves, yeni bir macera için atıyordum adımımı bu aleme, bazen bir gezi, bazense huzur dolu bir gelecek için. O gün nereye gidiyordum acaba?

 

 

Saat daha çok erken, güneş yeni doğuyor, kırmızının turuncuya uğrayıp pembeye ulaşmaya çalıştığı evreler güneşin ışığıyla kanala vuruyor. Yumuşak meltemin tenimi okşayışıyla uyanıyorum. Sanırım bankta uyuyakalmışım. Daha kimsecikler yok sokaklarda, birkaç kuş cıvıldıyor, onlar da kendi sohbetlerini ediyorlar sanırım. Bacağımda ipeksi ama hareket eden bir şey hissediyorum. Beyaz tüyleri gri çizgilerle donatılmış, masmavi gözlü, adete oyuncak gibi duran bir kedi bu. Sabahın bu saatlerinde, yalnız ve sevgisiz kalmış, benden biraz ilgi bekliyordu. Onunla biraz ilgilendikten sonra gezmeye başlıyorum sokakları, hala nerde olduğum hakkında bir fikrim yok. Her bir sokak lambası ya da duvarda kişiselleştirilmiş bisikletler görüyorum. Yaşlı bir amca dükkanının kilitlerini açıyor, mesai saatinin yaklaştığını düşünüyorum. Kanal dalgalanmaya başlıyor, başta rüzgar sanıyorum ama hayır, bunlar küçük tekneler. Hemen nerde olduğumun farkına varıyorum. Batı Avrupa’dayım, burası Hollanda. Ama olmak istediğim yer burası değil. Hemen rotamı değiştiriyorum

Apartmanımın merdivenlerinden iniyorum, siyah, bazı yerleri paslanmaya başlamış, demir bir merdiven bu. Apartmanın içi karanlık ve eski olduğu nerden bakarsanız bakın belli oluyor. Sokaklar… Büyüleniyorum adeta. “2000ler sitcom” temasıyla donatılmış, nostaljinin zirve yaptığını yerlerden geçiyorum. Belki de bu sadece çok fazla diziden kaynaklanmış zihnimin bana oynadığı bir oyun. Yine de tadını çıkaracaktım. Sokaklar gittikçe genişlese de bir yandan da kalabalıklaşıyordu. Herkes kendi hayatının hızına ayak uydurmaya çalışıyor, etraftan bir haberdi. Oysaki ben daha önce görmediğim her bir mağaza, ışıklandırmaları ve yaratıcı panolar tarafından çoktan ele geçirilmiştim. Bir anda yüzüme sert olmasa da aklımı başıma getirecek derecede hızlı vuran bir kağıt parçasıyla kendime geliyorum. Rüzgardan havalanmış bir gazete, muhtemelen bugünün gazetesi. Tahminlerimde haklıyım. Bir o kadar ayak uydurması zor, bir o kadar da büyüsüyle sizi etkisi altına alan New York burası. Ama aradığım yer bura da değil. Hayallerime yetişmek için uzanan yolu takip ediyor, bir sonraki istasyona doğru ilerliyorum.

Kısa ama gördüğüm en güzel apartmanlardan birinin çatısındayım. Karşımda güneş, görevini tamamlamış da süsünü gösterircesine batıyor. Kırmızının, turuncunun, pembenin daha nice renklerin hangi tonunu ararsanız arayın, şuan gördüğüm manzara kadar güzel bir birleşimde yakalayamayacaksınız. Nerde olduğumu tahmin etmekte hiç zorlanmıyorum ilk defa. Çünkü en belirgin özellik tam karşımda. Yapımı yıllar almış, herkesin dilindeki, o büyülü yapı. Uzandığın çatıda yanımda bir basket var. Çok klişe ama aldığım en güzel kokuların olduğu bir piknik basketi. Sokak çalgıcılarının sesleri geliyor. Huzuru tadıyorum resmen, yumuşacık sesli bir hanımın şarkısı, basketteki peynir, makaron, ekmek, tatlı çeşitleri ve daha ne nimetler. Beklediğim yerin burası olduğunu gözümü açtığım saniye anlamıştım zaten. Soluduğum hava bile, içimde mutluluğa dönüşüyordu adeta. Bulmuştum. Artık aramayı kesebilirdim. Merhaba Paris, işte kendine aşık ettiğin başka bir kişiyim ben.

 

 

Kafamı kaldırmıştım artık hayal alemimden. O gün daldığım o üç boyutlu sinema, gelecekte nerde okumak ve hayatımı şekillendirmek istediğimi bana sunmuştu. Kafamda tarttığım bir sürü özellikten sonra Paris’e karar vermiştim. Şuan iki çocuğum ve kocamla yaşadığım, kendi işimizi kurduğumuz Paris’e. Küçükken sadece “hayal” olarak kafamda kurduğum şehir, şuan verdiğim en iyi kararmış dedirten bir yaşam alanı benim için.

(Visited 6 times, 1 visits today)