Ünlü gökbilimci ve astrobiyolog Carl Sagan’ın şu meşhur sözünü duymayanımız yoktur herhalde:
“DNA’mızdaki nitrojen, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, elmalı turtamızdaki karbon, çöken yıldızların içinde yapıldı. Bu yüzden bizler birer yıldız tozlarıyız.”
İşin aslını söylemek gerekirse gerçek doğum yeriniz bir hastane ameliyathanesi değil, yıldızlarası uzaydır. Her yıldız, tıpkı insanlar gibi doğar ve ölür; yaşamı ne kadar ihtişamlıysa, ölümü o kadar yakınında hisseder. Eğer bu, gecelerimizi süsleyen yıldız ömrünü süpernova olarak sonlandırır ve tüm parçalarını ortaya saçarsa, bu yeni parçalar yeni sistemleri oluşturabilir. Ve bu oluşan yeni sistem, milyarlarca canlının evi olabilir; tıpkı Güneş sistemimiz gibi.
Kanımızda ölü bir yıldızın kanı, kemiğimizde onun kemiği var; bu sebeple hepimizin vücudu yıldız kumaşından yapılmadır. 4,5 milyar yıl önce, oldukça sıcak günlerde meydana geldi hayat küremiz. Bu sıralarda kendisine çarpan bir gökcisminin kalıntıları bize uzun bir süre karanlık gecelerde rehberlik eden biricik uydumuz, Ay’ı oluşturdu*. Soğumamız ve canlı oluşumunu sağlayabilecek uygun koşulların oluşması için milyonlarca yıl gerekti. Uzayda akıllı bir canlı ararken, çok pozitif olduğumuz gerçeğini söylemek zorundayım; bu koşulların hepsinin gerçekleşmesinin kulağa olabilir gelmesi diğer ihtimallerden bahsetmemiş olmamızdandır. Fakat yine de içinde bulunduğumuz evrenin mükemmel bir büyüklükte olduğunu, salt kendi galaksimizin dört yüz milyar yıldıza ev sahipliği yaptığını söylemeden edemem.
Ilıman bir günde, bazı olumlu koşulların aynı anda gerçekleşmesi, buna tesadüf diyebilenler olacaktır, sonucu ilk mikroorganizma hayata gözlerini açtı- bunun bir benzetme olduğunun altını çizmek isterim çünkü bugün tanımladığımıza en yakın olan göz yaklaşık dört yüz milyon yıl sonra oluşacaktır-. Suda yaşam bulan bu ilk canlı bazı mutasyonlar sonucu evrimleşti, gelişti ve o beklenen gün geldi çattı. Yaşamın karaya taşınması için gereken o ilk adım Tiktaalik tarafından atıldı. Devam eden evrim sürecinde bugün iskeletlerine ulaşabildiğimiz dinozorlar dünyaya bir süreliğine hakim oldu. Bu canlıların yok oluşuna üzülmek, karınlarını büyük atalarımızla doyurdukları için, pek akıllı bir tercih olmayacaktır çünkü şayet o göktaşı onları öldürmeseydi, bugün bu satırları yazamayacaktım.
Değişen çevre koşulları genetik bilgilerimizde değişim yarattı, hikayenin başından beri buna en fazla neden olan faktörlerden birisi yıldızlararası uzaydan gelen yabancı maddeler ve ışınlardı. Kısa bir zaman önce, ilk kıvılcımı yaktık ve o ilk kıvılcım doğaya gözdağı verdiğimiz ilk an oldu: Yeni bir devir başlıyordu. Yıllarca savaştık, avladık, yendik ve yenildik. Çok az zaman önce aynanın karşısına geçtik ve hikayemizi merak ettik. İlerlemeye, sormaya, sorgulamaya ve yeni bulgular bulmaya devam ediyoruz, bu yolun çok başındayız.
Biz insanlar, bu evrende değerli olduğumuz kadar değersiz; bizi meydana getiren bu süreç kısa olduğu kadar uzundur. Bu, imkansız olduğu kadar basittir; aradığımız türde yaşamın oluşması hak ettiği kadar zor ve önemsenmeyecek kadar kolaydır. Bizler, yıldızların mezarında onların kalıntıları sayesinde nefes alıyoruz. Ünlü Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson, bu konuyu birkaç cümlede şu şekilde özetliyor:
“Aslında biz evrenin içindeyiz ve evren de bizim içimizde.”
Yaşam öykümüz, hiç şüphesiz duymaya tanıklık ettiğim en keyifli hikaye. Duymaktan bıkmak, dinlemek istememek ve merak etmemek bir yıldız tozu için tanıdığım en büyük utançlardan birisidir. Gerçeklere ve kanıtlara kulak tıkayanlar ise, var olmanın onurunu hiçbir zaman yaşayamayacaklardır. Bu satırları belki birkaç on sene sonra okuduğunuzda gülecek; bilimin bir zamanlar bu denli emin bir şekilde yanılmış olduğunu hayret içinde karşılayacaksınız. Tarih, bunlardan oluşur; yanılgılar doğruları doğurur fakat bu gerçekleri kabul etmek bizi asla küçük düşürmez. Sadece bunu reddetmek, bizi zaman kaybına sürükler; hakikat, ağacın dalından koparıp sefasını sürebileceğiniz bir şey değildir. Bugünkü bilgilerimizi onlardan vazgeçemeyeceğimiz inançlar haline getirmek ve doğru yolun bulduğumuz yol olduğundan şüphe duymamak da, tarihten ders almadığımızı ispatlar. Yazımı Carl Sagan’ın, hayat felsefesi olup duvarlara kazınabilecek, okul kitaplarına yazılabilecek tümcesiyle noktalayacağım:
“İnanmak istemiyorum, bilmek istiyorum.”
*: Bu varsayım, bilim çevresinde en makul görülenidir. İspatlanamamış olsa da oldukça kabul gördüğünü söylemeliyiz.