Bir kış günüydü, dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Şükriye Hanım camdan bakıyordu ve çayını yudumluyordu. 25 yıllık evliydi iki çocuğu vardı. İsimleri Pelin ve Hasan’dı. Kocası Hüseyin bir bakkal işletiyordu, bakkal deyip geçmemek lazım bütün ilçenin market ihtiyacı buradan karşılanıyordu.
Şükriye tam içeri tekrar çay doldurmaya giderken çalan zil sesini duydu ve kapıyı açmak için kapıya doğru yöneldi. Kapıya giderken “Yettim, yettim.” diye söyleniyordu. Kapı deliğinden baktı, kızı ve oğlunu gördü. Pelin içeri girdi elindeki ekmeği annesine verdi. Hasan ise televizyonda çalan Müge Anlı’yı kapatıp yerine haberler açtı. Şükriye Hanım “Hiç saygı kalmamış bu evde, bu ne hal? Biri kahvaltı masasının başına oturur hiç yardım etmez, diğeri desen televizyonun kanalını değiştirmek için kimden izin aldım demez.” diye başladı söylenmeye. Hasan annesinin laflarına dayanamayıp kulaklıklarını taktı. Şükriye Hanım’ın bu fevri davranışa tepki verecek vakti olmadan gözü halıya ilişti. “Pelin ayağının altındaki bir altın bilezik mi?” diye sordu.
Pelin iki adım geri attı, halının altında altın bir bilezik duruyordu. Eliyle bileziği aldı. Hasan kulaklığını çıkarıp kız kardeşinin elindekine bakıp “Bu gerçek altın mı?” diye sordu. Şükriye bileziği elline aldı, incelemeye başladı, evirdi çevirdi ancak her bakışında bilekliğin sahte olmadığına daha da inanıyor ve çok büyük bir paraya tekabül edeceğini anlıyordu.
Bileziği bulduktan beri on dakika olmuştu. Hasan ve Pelin birbirlerine bakıyorlardı, anneleri ise bileziğe bakıyor acaba bu benim bileziğim miydi diye düşünüyordu. Pelin dayanamayıp “Ne yapacaksın bu bilezikle anne seninse satalım.” diye sordu. Şükriye “Kızım, benim böyle bileziğim olsa bilmez miyim.” diye söylendi ve “Acaba bu senin bileziğin mi ki halının artında ne gezsin koskoca altın bilezik emi?” diye ekledi.
Hasan “Pelin takı mı takar anne, ayrıca böyle bir bileziği almak bir servete mal olur, bildiğin pırlanta kadar değeri vardır bunun.” diye yanıtladı. Pelin de kafasıyla Hasan’ın sözlerini onaylayıp bileziğin kendisinin olmadığını ima edince Şükriye Hanım daha da meraklandı.
Herkes acaba kimin bu bilezik diye tam meraklanmışken Şükriye Hanım “Neyse, ben yatıyorum.” diye çocuklarına bildirim verdi ve kanepeye uzandı.
Aradan birkaç saat geçti Hüseyin Bey öğleden sonra ikindi civarında eve gelmişti. Okumak için aldığı gazetenin bir sayfasına bile doğru dürüst bakamadan çocuklarına “Yarın doktora gideceğiz şehir hastanesine çocuklar annenizin kontrolü var.” Sonra da mutfakta yemek pişiren karısının yanına gelip “Nasıl oldun Şükriye Hanım, buldun mu bileziğini?” diye sordu.
Ertesi gün, Şükriye Hanım en şık elbiselerini giydi, sonuçta bugün şehir merkezine gidecekti, giyindi kuşandı. Bindi arabaya. Hasan ve Pelin gözlerine inanamadı. Pelin annesinin koluna bakarak “Bileziği kendinin mi ilan ettin anne?” diye sordu. Şükriye Hanım şaşırdı, kızına bakıp “Annemin bana düğünümde verdiği bileziği de takamayacaksam ne takayım ben? Nedir bu takı merakın senin?” diye sordu. Hasan “Anne dün bu bileklik kimin diye üç saat düşünmedin mi sen?” diye sordu. Şükriye “Oğlum bu kaç yıllık bilezik, ben tanımaz, bilmez miyim?” diye tersledi.
Hastaneye bir kırk dakika sonra vardılar. Doktorun odasına çıktılar. Doktor Şükriye Hanım’la uzun uzun konuştu. Şükriye Hanım’a dün ne yaptığını sordu oğlunun okuma bayramını anlattı önce sonra da kızının dokuzuncu yaş doğum gününü, herhalde o an çocuklarıyla alakalı tek hatırladığı şeyler oydu. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Doktor Şükriye’yi bir hemşire gözetiminde odadan çıkardı ve ailesine durumu açıkladı. Hüseyin Bey’in bu durumdan zaten haberi vardı. Hasan ve Pelin’in ise kafasındaki soru işaretleri çözüldü ne zaman ki Şükriye Hanım’a Alzheimer hastası teşhisi konulduğunda.