Kıymetli Anam ve Babam,
Bu mektubu uzun yürüyüş yolculuğumun 20. gününde ufak çadırımın içinde uyumadan önce yazdım. 1-2 güne cepheye varacağımı düşünüyorum. Çadırlarda birkaç kişi kalıyoruz. İmkânlarımız çok kısıtlı, her gün birkaç parça kuru ekmek ile idare ediyoruz. Çadırlarımızı ormanlara kurduğumuz için yastık yerine yumuşak otlara yatıyoruz. Evde olduğu gibi şöyle sıcak bir tas çorbayı o kadar isterdim ki… Şimdiden burnuma kokusu geliyor.
Cephe hakkındaki üzücü haberleri çoktan duymuşsunuzdur; bütün imkânlara sahip 10-11 zırhlı gemisi olan, son teknoloji tüfekleri olan 10.000 kişilik bir İngiliz ordusuna karşı tüfeklerine mermi bulmakta bile güçlük çeken 100 kişilik bir ordu… Durum vahim. Çaresizlikten daha önce silah bile tutmamış olan bizleri, cepheden cepheye koşturuyorlar. Ama yapacak bir şey yok, bizim yurdumuzun boğazından ellerin gemilerini ge-çir-me-ye-ce-ğiz! Kim ölecek kim kalacak bilinmez, vatanımızı kurtarmak için binlerce gencin yaptığı gibi gerekirse öleceğiz! Gerekirse cesetlerimizi çiğneyecekler ama yaptıkları bu saygısızlığın bedelini ödeteceğiz! Kadınlarımız ülkenin dört bir yanından yardım gönderirken, biz de burada imanla savaşırken, yenilmemiz mümkün değil! Ah… Bu mektubun size ben ölmeden ulaşacağından bile emin değilim. Osmanlı en parlak dönemlerinden birini yaşamasa da bu ona hasta adam denmesini gerektirmez! Hasta adamlar hasta diye öldürülmez! Orada imkânlarımız her ne kadar olmasa da, vicdansız düşman askerinin gücü her ne kadar fazla olsa da ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!