“Çok tuhaftı, ağlayamadım. Ama ruhum paramparça olmuştu. Dost bildiğim düşman, güzel bildiğim çirkin olmuştu. ‘Seviyorum.’ dediğimden nefret etmiş, nefret ettiğim yalnız geceleri bekler olmuştum. O gittiğinden beri, gözümün ucuyla bakmadığım şarkıları dinler olmuştum, onu arar olmuştum notalarda. Onu arar olmuştum denizin hırçın dalgalarında, güneşin akşamleyin ışıyan son ışınlarında. Seviyordum onu, seviyorum, seveceğim. Kendimi unutana, iğrendiğim varlığımı göz ardı edebilene kadar seveceğim. O beni unutsun, oynasın hayatın acımasız oyununu, ben onun için yaşayacağım. Ben yitireceğim kendimi onun yokluğunda, ama beni paramparça etse de onu unutmayacağım.”. Bu cümleleri yazıp kapattım defterimi. Saat akşamın yedisi olmuştu bile, amaçsızca yitirdiğim bir gün daha sona ermişti. Umrumda da değildi aslında, ha çıkmışım odamdan ha çıkmamışım. Hayatta benim için bir şey kalmamıştı. Yalnızdım. “Önceden değil miydim sanki?” diye geçirdim içimden. Ayrılalı aylar olmuştu, ama ondan önce de yalnızdım. Doğduğum günden beri yalnızdım ben, öldüğümde de yalnız olacaktım.
Kilitlediğim kapımı açıp dışarı çıktım. Ev sahbinin yenilemeyi reddettiği lekeli, sarı duvar kağıdı karşıladı beni. Duvar kağıdını seviyordum, evin içinde benim dışımda çirkin bir şeylerin olması yatıştırıcı bir düşünceydi. Paltomu sırtıma atıp sokağa çıktım. Cebimi yokladım. Yüz liram kalmıştı, maaşın yatmasına daha üç gün vardı ama. Simitle yetinirim, dedim kendi kendime. O akşam yemek yemek istemiyordum. Yesem ne olacak, yemesem ne olacak? Varlığım, kendimin dahi beni önemsemesi için fazla değersizdi.
Başladım yürüyüp insanları izlemeye. Kızının elinden tutmuş, kıyafet mağazasından çıkan bir kadın gördüm. Yalnız yürüyen, çok büyük ihtimalle işten yeni çıkmış bir adam; okuldan sonra yemeğe gitmeye karar verdiğini tahmin ettiğim gençler… En sonunda durduğumda epeyce yürümüştüm. Etrafıma baktığımda, onun evinin önüne geldiğimi fark ettim. İçim sızladı biraz. Dönüp gitmek istedim, gidemedim. Yakınlarda bir bank buldunca oturmaya karar verdim. Genelde akşamları dışarıda yemek yerdi, bazen sinemaya giderdi. Bu nedenle birazdan evden çıkacağını tahmin ediyordum. Beni fark etmezse, son bir kez dahi olsa görebilirdim onu… Ancak ne kadar beklesem de kimse dışarı çıkmadı. Artık vazgeçip geri dönecekken fark ettim kapının aralık olduğunu. İçimi bir korku kapladı, düşünmeden daldım evin içine, lambayı yaktım. Kimse yoktu, etraf düzenliydi, tek bir şey bile olmaması gereken bir yerde değildi. Tek olağan dışı şey, yemek masasının üstündeki el yazısıyla yazılmış nottu. Bu sefer ağladım, tutamadım kendimi. Oracıkta yere çöküverip acımı göz yaşlarımla yıkamaya çalıştım.
Evden çıktığımda, başladım sahile doğru koşmaya. Artık gözüm görmüyordu kimseyi. İskeleye çıktım, karanlık denize baktım. Ay ışığı yansıyordu kara suların üstünden. Tuzlu havada aradım onu, denizin sesinde aradım. Gözlerimi kapattım, belki bir kâbustan uyanırım umudyla. Ayrı kalamazdık, bunu anladım. Ebedi yalnızlık, katlanılmazdı. Gözlerimi açtığımda deniz, Ay ve içimdeki karanlık yerli yerindeydi. Adaletsiz miydi bu hayat, yoksa ben mi kendimi bu hale getirmiştim? Hepimiz bu kadar aciz miydik gerçekten? Sonra, bunları düşünmenin anlamsız olduğuna karar verdim. Bir önemi yoktu artık, olan olmuş, olacak olan kararlaşmıştı. Belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla…