“Çok tuhaftı, ağlayamadım. Ama ruhum paramparça olmuştu.” Dünyanın sonu gelmişti benim için. Ama ağlayamıyordum işte. Duygularımı dışa vuramıyordum resmen. Hiç hissetmediğim bir duyguydu bu. Gerçi bir duygu muydu bu onu da bilmiyordum. Hiçbir şey hissedemiyordum sanki.
Yine her zamanki gibi bir güne uyanmıştım. Beni o sabah da mutlu eden iki şey vardı. Hayatım boyunca olduğu gibi sadece iki şey… O iki şeyden biri beni her sabah sıcacık gülümsemesiyle karşılayan güneş, diğeri de bütün günümü, okulumu kısacası her şeyimi aydınlatan diğer Güneş’im idi. İçimdeki tüm karanlığı tıpkı gerçek bir güneş gibi aydınlatıyordu. Ta ki o güne kadar…
Uyandıktan sonra yengemin zoruyla kahvaltı yapmak için mutfağa gittim. Zaten çok da bir şey yemeyecektim. Bu yaşa kadar hiçbir zaman iştahlı olmadım. Hep bir deri bir kemiktim. Aynı zamanda evdeki kimseden hazzetmiyordum. Yengem, dayım ve onların o gıcık çocukları-maalesef benim kuzenim- ile aynı evde yaşamak zorundaydım. Neden bu durumdaydım ki ben, bu evde yaşamak istemiyordum. Hala da öyle. Neyse bu konuları daha fazla kafama takmamaya çalışarak evden çıktım. Tabi ne mümkün. Okula yürüyerek gidiyordum, bunu ben istemiştim gerçi. Keşke araba ile okula gitmeyi kabul etseydim de bunlar başıma gelmeseydi. Okula varmama beş dakika kala her gün olduğu gibi Güneş’imi evinin önünde beklemeye başladım. Sanki hava hiçbir şeyi görmemem için yemin etmiş gibiydi. Resmen kör olmuştum, sisten dolayı hiçbir şey gözükmüyordu. Neyse ben beklemeye devam ettim Güneş’im gelir de havayı, her gün dünyamı nasıl aydınlatıyorsa öyle aydınlatır diye düşünmeye başladım. O sırada Güneş’im kapıda belirdi, gerçekten de hava aydınlanmış gibiydi. Onunla buluşur buluşmaz o gün yaşadığım her şeyi ona anlatmaya başladım. O benim dert ortağımdı. Hiç kimseye anlatamadıklarımı ona anlatıyordum. Resmen o benim tek konuştuğum kişiydi. Nereden bilebilirdim ki son günü olduğunu?
Okul gayet normal bir şekilde geçti. Okulun bitiminde tam okuldan çıkmıştık ki Güneş’im ikimizin birlikte yazdığı defterin resim dersliğinde kaldığını fark etti ve bir şey demeden koşarak uzaklaştı. Boğazım düğümlenmişti, arkasından öylece bakakalmıştım. Havada sabahkinden daha da fazla sis vardı sanki, artık Güneş’imi göremiyordum. Ayaklarım yere çivilenmiş gibiydi, zorla ayaklarımı yerden kaldırdım ve peşinden koşmaya başladım. Ellerimden kayıp gitmişti hayatımın bütün anlamı…
O gün artık ağlayamaz duruma gelmiştim bunca olayın üstünden sadece bir hafta geçmişti ama binlerce yıl geçmiş gibi geliyordu. Her gün ağlamaktan, kimse ile konuşamamaktan perişan düşmüştüm. Ben de onunla birlikte ölmüştüm resmen, o benim diğer yarımdı çünkü .Her gün o arabanın hayatımın anlamına çarptığı yerde oturmaya gidiyordum. Her şeyi kendi kendime düşünüyor düşüncelerim beni boğuyordu resmen. Artık düşünmemem lazımdı ama olmuyordu işte. “Belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla.”