Savunmasız

Çok tuhaftı, ağlayamadım. Ama ruhum paramparça olmuştu. Sadece önümdeki duvarın boş, anlamsız ve düz şekline öylece bakarken yan odadan bazı sesler geliyordu. Sanırım yemek hazırlanıyordu, ah o aş hazırlanırken boş evin içinde hep yüksek sesler yankılanırdı ne saçma. Adım ve bağırma seslerinden rahatsızlık duymuştum, onlar o anda benim için sadece kafamda dönüp duran onca sese katılmaya çalışan cılız ama sinir bozucu rüzgârlardı.

Evet, kafamda dönüp duran sesler… Muhtemelen asla susmayacaklar ama hâlâ deniyorum. Her gün, her saat, her dakika. Onları susturmayı deniyorum. Çok sinir bozucular, gerçekten. Beni asla anlamadıkları yetmiyormuş gibi üstüme üstüme, freni tutmayan bir araba gibi son hızlarıyla geliyorlar. Beni sürekli boğuyorlar, daraltıyorlar hayatı sorgulatacak şeyler düşündürtüyorlar. Bütün kalbimle emin olduğum şeyi bile durmaksızın sorguluyorlar bana bas bas bağırıyorlar, çeneleri kapanmak bilmiyor. Neyse ki bazen onlar bile yoruluyor da beni yalnız başıma bırakabiliyorlar. Yapayalnız…

Bugün çok konuşacakları tuttu maalesef. Fakat bu sefer, onları suçlayamam.

Beni bırakmışlardı, zaten kötü giden hayatımı daha da perişan edip tek kelime etmeden beni bozulmuş ve yıpranmış duygularımla baş başa bırakmışlardı. Bunu bana yapamazlardı, yapmış olamazlardı… Çünkü ben kötü durumdaydım, ben daha kendisiyle bile başa çıkamayan bir sefildim. Onlarla bile zor dayanıyorsam, kendi başıma nasıl hayatta kalma eylemimi sürdürecektim? Ah çünkü ben, onca yıl evde beslendikten sonra sokağa atılan bir köpek gibiyim. Savunmasızım.

“Onlara mı ihtiyacın var zaten? Biz tek başımıza gayet güzel idare ediyorduk!”

Yine başladı işte. Her gün başıma gelen ve artık sıradanlaşmış, solmuş bedenimin içindeki bin bir çeşit sesin konuşmaya başlaması olayı. Artık hangisinin konuştuğunu anlayamıyorum bile, o kadar fazlalaştılar ki… Ah ilk başlarda öyle miydi ama! Sadece ben ve o vardı, her hafta bir kez belirli bir saatte düzgünce resmi insanlar olarak münakaşa eden iki medeni adam. Ruhumun en derin köşesini bile dolduran türlü türlü tel değil.

Artık yataktan kalkma zamanım gelip de çatmıştı. Biraz yürüyerek bacaklarımı güçlendirmeliydim bu aralar fazla oturuyordum, bazı ‘insanlar’ asla susmadığı için, hatta belki de… Ah uzun zaman oldu o eski tozlu kemanımı çıkarmayalı. Belki düşüncelerimi ezgilere geçirir ve dış dünyaya bırakarak biraz olsa da rahatlayabilirdim. Biraz olsa da…

Ağır hareketlerle ayağa kalktım. Masaya tutunarak istemesem bile odamın kapısını açtıktan sonra yürüdükçe ağır yemek kokusunun daha da arttığı boş, tahtaları gıcırdayan koridorda ilerlemeye başladım. Ah, işte buradaydı. Yıllar geçse bile hâlâ güzelliğini yitirmemiş güzel, eski kemanım! Bu kadar özlediğimi fark etmemişim doğrusu.

Yürümeye devam edecekken adıma benzer melodik bir sesin bütün koridorda yayıldığına şahit oldum. Oh, hayır… Yine o soru.

“İyi misin sen? Betin benzin atmış.”

Tenim son zamanlarda… fazla soluk. Birkaç gün önce, onlar tenimin gri renkte olduğunu bile söylemişti. Fakat bunu bilmesine gerek yoktu. Onun da hayatında çok dert var, bir de benimkilerle uğraşmasını istemiyorum.

“İyiyim.”

Yine aynı kelime. Aynı, aynı ve aynı. Hayır, içimde dolaşan binlerce ses yok, hayır yapayalnız bırakılmadım, hayır kesinlikle çökmek üzere değilim. Ben, kesinlikle… iyiyim. Çok iyiyim, her zamankinden de iyiyim. Problem yok, sıkıntı yok, abartan benim… Her zamanki gibi.

Odama geçerken kemanı bıraktım. Onu çalmayacaktım. Çalamayacaktım. İçime attığım bin bir tür düşünce buna da alıkoymuştu görünüşe göre. Belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla.

(Visited 21 times, 1 visits today)