Kaderimizin doğduğumuz yerle doğrudan bağlantılı olduğunu kim inkar edebilir? Kim doğduğu evin, sokağın hatta mahallenin bakkalının dün gibi aklında olmadığını söyleyebilir. Kişisel hayatından çok bahseden bir yazar değilimdir normalde ama bu sefer… Bu sefer dürüst olacağım. Belki de benim için bu dünya üzerindeki en kıymetli olan yerlerden birini bu satırlara dökeceğim, ki bu her eli kalem tutanın yapabileceği bir şey değildir. Her eli kalem tutanın kalbi yoktur her kalbi olanın da eli kalem tutmaz. Bazıları ikisine de doğuştan sahiptir ve üzgünüm… Bu sonradan kazanılabilecek bir yetenek değil, bir ustalık belirtisidir.
Sokakta oynamak nedir hiç bilmedim. Hiç mahalle arkadaşım olmadı ve hiç akşam ezanından önce evde olmak nedir bilmedim. Fazlasıyla ağlayan ve aşırı temkinli bir çocuk olduğum söylenir beni büyüten insanlar tarafından. Gerçi beni annemden ve babamdan başka büyüten de olmadı. Oturduğumuz binanın hafiften uçurum başı olduğunu anımsıyorum. Apartmanımızın adı soy adımızdı. Binada tam olarak dört dairemiz vardı ve bu sebeple babam binanın adının böyle olabileceğini söyledi. Hoş, karşı çıkan da olmadı. Üç yaşına kadar başka bir evde büyüdüm aslında, sonra şu an betimlemekte olduğum eve taşındık ama büyüdüğün ev denilince aklıma hep ikinci evimiz geliyor o yüzden yazıma bu ev üzerinden devam edeceğim. Karşı komşumuzun benimle aynı yaşta bir kızları vardı adı da yüzü de tam olarak hatırımda. Çok da yakın arkadaş değildik kafalarımız uymuyordu sanırım. Bir de bakkalın kızı ve oğlu vardı binada hele onlarla neredeyse hiç konuşmuyordum. Zaten onlar da çok istekli değildi. Hep bozulan bir asansörümüz vardı ve biz en üst katta oturuyorduk. O asansörü bile o kadar çok özledim ki…
Oxford Üniversitesinde okuduğum için ancak yazları İngiltere’den Ankara’ya gelebiliyorum. Fırsat o fırsat gelince büyüdüğüm mahalleye de bir uğrayayım istedim. Kardeşim de Almanya’dan gelmişti okulu tatil olduğu için birlikte gitmeye karar verdik. O yaklaşık dört beş yaşlarındaydı o evden taşındığımızda, şu an on dokuz yaşında ama hala bir şeyler hatırladığını söylüyor. Arabayı ben kullandım, yol tarifine bakmam gerekmedi çünkü avcumun içi gibi biliyordum yolu. Hatta belki ondan bile daha iyi. Eve vardığımızda evimizin karşısındaki terzi ilişti hemen gözüme, babalarının ölüm haberini aldığımızda ne kadar da üzüldüğümüzü hatırlıyorum, mekanı cennet olsun. Kapıyı oldum olası zor açmışımdır bir iki ittirmeden sonra hemen açıldı. Asansör artık bozuk değildi ama eski günlerin anısına merdivenle çıktık. Artık büyüyüp hanım efendi olmuş olsak da yarış yaptık. Kardeşimin kazanmasına izin verdim. Evin içine ne girebildik ne bakabildik. Çünkü orası artık başka bir aileye yuva olmuştu, o duvarlarda farklı hikayeler yaşanmış farklı sesler yankılanmıştı. Karşı komşumuz belki hale oradadır umuduyla kapılarını çaldık. Yaşlı bir hanım açtı kapıyı, tam pardon yanlış geldik sanırım diyecektik ki kadın güçlükle: “Sen şu ağlayan kız değil misin?” dedi. “Evet.” dedim. “Benim”. Sarılacak oldu ama sonra duraksadı, o kadar da yakın olmadığımızı hatırladı sanırım ben de elini sıktım bir ihtiyacı olup olmadığını sordum, teşekkür etti ve vedalaştık.
Bakkala uğramak geçti aklımdan ama yoktu, karşıdaki kasabın ışıklarının yandığını görünce oraya gitmeye karar verdik. Ben oranın etle karışık demir kokusunu ve adamı hemen tanıdım, o beni tanımadı tabii, nerden tanıyacak. Normal bir müşteri gibi “Kemik iliği var mı acaba?” dedik. Yoktu. Olmayacağını bilerek sormuştum, hiçbir zaman olmamıştı zaten. Arabaya atladık ve tıpkı yıllar önce olduğu gibi evi arkamızda bıraktık ve gittik. İçimizde bir hüzünden çok mutluluk vardı çünkü biz o evde acısıyla tatlısıyla anılar biriktirmiştik ve hepsi zaten hatırımızdaydı ve önemli olan da buydu. Hiç kimse bir duvarı ya da bir tuğlayı geride bırakamaz. Geride bırakılanlar, anılar ve insanlardır ve kimse bir kolonu özlemez, özlenen o kolonun altında yaşananlardır.