1948 senesinin ocak ayında bir pazar sabahı doğmuşum. Ankara, her kış olduğu gibi kar altındaymış. Annem Hatice Hanım ben doğduğum sıralar Atatürk Lisesi’nde edebiyat öğretmeniymiş. Babam ise İş Bankası’nda bir bankacıymış. Annem ben doğunca, babamın işleri çok yoğun olduğundan ve bakacak kimse olmadığı için, işi bırakmak zorunda kalmış. Tabii ben de biraz büyüyüp bu vaziyeti öğrenince anneme edebiyat hocası olup yarım kalan hevesini tamamlama konusunda söz verdim.
Güzel bir çocukluk geçirdim ama babamın işlerinin yoğunluğu ve annemin çalışmaması beni Ankara dışında başka bir yeri görmekten alıkoydu. Ankara’nın monotonluğu, yaşadığım çevrenin güzelliğine rağmen, zamanla içimde Ankara’ya karşı bir nefret uyandırmıştı. Arkadaşlarım memleketlerine veya köylerine bile olsa bir şekilde bu memleketten kurtuluyordu. Ama ya ben? Ben Ankaralıydım. Bayramlarda gidecek başka bir memleketim yoktu. Annem de babam da burada doğup büyümüşlerdi. Ankara’dan kurtulup gidebileceğim bir yerim yoktu.
Lise çağına gelince annemin eskiden öğretmenlik yaptığı okul olan tarihi Atatürk Lisesi’nde okumaya başladım. Annem burayı seçtiğimi öğrenince havalara uçtu. Artık ona olan sözümün yarısını tamamlamıştım. Geriye sadece edebiyat öğretmeni olmak kalmıştı. Ankara’dan bu kadar nefret ederken sırf annem için hayatımın geri kalanında burada öğretmenlik yapma düşüncesi ironik olduğu kadar, bana göre anneme verdiğim söze olan sadakatimin de bir timsaliydi.
Lise yılları tez vakitte geçti, gayet başarılı bir öğrenci olarak bitirdim liseyi. Ailem benimle iftihar ediyordu. Ben de çok güzel dostluklar kazanmıştım bu süreçte. Bu dostluklar ve ailemin desteği bana, Ankara’dan nefret etmeme rağmen, Ankara’da kalmak için bir sebep olmaya başlamıştı. Üniversite tercihimi il dışı için kullanmak yerine annemin de mezun olduğu Sıhhiye’deki Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’ni seçerek yaptım.
Üniversiteye başladığım sıralar annem aniden felç oldu. Hareket edemiyor, konuşamıyor, bizi sadece görüp izliyordu. Doktorlar bu hastalık için ne bir sebep ne de bir çare bulabilmişti. Annemin aniden ben tam da ona sözünü verdiğim mesleğe kavuşmak için okumaya başladığım sıralar hastalanması beni çok üzmüştü. Üniversite yıllarımda ayakta ve yanımda olmasını çok istiyordum ama yapacak bir şey yoktu.
Yıllar geçti ve üniversiteyi sonunda bitirdim. Annemin durumu değişmedi, hâlâ hastaydı ve iyileşecek gibi de durmuyordu. Mezuniyet gününde diplomalarını almadan önce herkes ailesiyle görüşüyordu ama ben ailemden kimseyi görememiştim. Diploma töreni başlarken hâlâ ailemden eser yoktu. Böyle bir günü nasıl unutabilirlerdi ki? Tam kafamdan böyle düşünceler geçtiği sırada gözüm uzakta duran aileme ilişti. Fakat o da ne? Annem de oradaydı. Babam, annemi tekerlekli sandalyesine oturtmuş ve yanında getirmişti. Annem yüzünde sevinç göz yaşları vardı. Annemin gururunu hissedebiliyordum. Bu hayatımda gördüğüm en güzel şeydi.
Mezuniyetimden bir süre sonra anneme çalışmaya söz verdiğim okul olan Atatürk Lisesi’nde göreve başladım. Annem o donuk bedenine rağmen, eve her geldiğimde, hafif bir tebessüm ve gururla bakıyordu yüzüme. Bir akşam eve geldiğim zaman garip bir şekilde tüm aile bizim eve toplanmıştı. İlk başlarda ne olduğunu anlayamadım. Sonra gördüğüm şey karşısında aniden donakaldım. Annem kalp krizi geçirip ölmüştü. Babamın kalbi de annemin ölümüne dayanamayıp annemin yanı başında durmuştu. Annemlerden haber alamayan komşular polise haber vermişti. Sonrasında her şey ortaya çıkmıştı.
Bu ani kayıptan sonra artık Ankara’yla aramda hiçbir bağ kalmamıştı. Tüm hayatımın geçtiği bu şehir ailemin ölümünden sonra gözümdeki az biraz değeri de kaybetmişti. Tayinimi İstanbul’a isteyip toplanmaya başladım. Ankara’da kalan akrabalarım ile vedalaştıktan sonra hayatım boyunca nefret ettiğim bu şehirden ayrılıp yeni bir sayfa açmak için yola çıktım.