Sıradan yaşamıma hapsolduğumu fark ettiğim bir günün sabahı daha işte. Yine insanlar boş, yine anılar boş. Yine ne dünümü anımsatabilecek bir parça var elimde ne de yarınıma değecek bir insan. Benliğimle yapayalnız olduğumuzu anladığım günlerden biri daha işte.
Ömrümde kaç kere yaşadım bu anı? Kaç saat beni destekleyebilecek kimse olmadığına yandım? Kaç gün yaptığım işe yakındım? Kaç ay “Ben kimim?” diye sorguladım? Kaç yıl kalbime acı sığdırmak için çabaladım? Yetmedi mi? Yetmemiş. Bu sorgular saçlar ağarınca da bitmedi, bir zamanlar kapağını açıp açıp yediğin dondurmalar küf tutunca da. Ben hâlâ o çukurun ta dibindeyim. Oysa ne de güzel yaşam insanoğluna. Gez, ye, iç, oyna, gül, ağla. Hepsi güzelmiş onlara. Hepsi hayata bıraktığın izlermiş. Öyle diyorlar. Bir an sorgulamak geldi içimden, ben ne iz bıraktım şu hayata. Bir hiç mi cidden? Sonra her zaman vardığım kanıya bir daha vardım: ” Kendimde kaç parça ben kaldı ki, hayata birkaç parça benden bırakacağım. ”
Bu düşüncelere daha fazla kendimi kaptırmak, kendime hep söylediğim “birkaç et parçası” betimlemesini de söker atardı benden. Buna mahal vermeye hiç lüzum yok. Zirâ kendine et diyince bile iyi değerin oluyor. Karnımın gurultusuna daha fazla tahammül edemedim ve mutfağın yolunu tuttum. Hedef birkaç haftadır kulpuna dokunmadığım buzdolabını açmaktı. İçinde pek de yenilecek bir şey yoktu takdir edersiniz ki. Konservedeki ton balığını kapıp bir plastik kaşık aldım. Ton balığını hoşnutsuzlukla kaşıklarken yıllardır asılı fotoğrafa ilişti gözüm. Annem… Bir zamanlar koklamaya doyamadığım melek yüzlü annem… Her şeyini benim için feda eden annem. Tabakta artan köftesini bile hiç çekinmeden bana uzatan annem… Ne çok parçasını benim için feda etmişti. Ama ben kendiminkilerin bile nerede olduğundan bihaberdim. Ben anneme olan özlemimde kaybolurken bir mucize oldu. Tüm o anılar zihnimdeydi artık. Hepsi dansa kendini kaptırmış, harmoniyle kendilerini kaybetmişlerdi.
Hemen eski püskü kitaplığıma koştum. Ne aradığımı çok iyi biliyordum. Annemin bir zamanlar bana bıraktığı manevi mirası bulmaya çalışıyordum. O kitabı annem kendi elleriyle yazmıştı. Kitabı bulur bulmaz açtım, önce bol bol kokusunu içime çektim. Kendimden bir parça bulmanın mutluluğu beni gözyaşlarına boğmuştu. Ancak kaybedecek bir saniyem daha yoktu. Hemen okumaya başladım. Her bir satır bana kendimi anlattı, her bir satırda kim olduğumu anladım. Kitabın 120. sayfasına geldiğimde el yazısıyla yazılmış bir cep telefonu numarası gördüm ve koşarak odamdan cep telefonumu almaya gittim. Hızla numarayı tuşladım. Telefon hemen açıldı. Konuşan ses bana oldukça tanıdıktı. O sesin beni dünyayla tekrar tanıştıracağından habersizdim tabii.
O bir dakikalık andan sonra hayatımın siyah-beyazlarını gökkuşağının yedi rengine boyadım. Beni her gün hayatta tutan, tüm vücuduma sevgi pompalayan kalbime; bir zaman olsun yorulduğunu söylemeden işleyen bacaklarıma; bana tüm bunları düşündüren beynime bin bir kere şükrettim. Hayat bir şanstı, ben bir şanstım, kaybolduğum anlar bile bir şanstı. Kırklarımda olsam da vücudum dipdiri. Artık duyduğum her ses bana ait.