“Çok uyumak kaçmaktır, uyuyamamaksa yakalanmak.” Freud’un bu sözleri sürekli aklında yankılanıp duruyordu. Gününün yarısından çoğunu uyuyarak geçirirdi. Uyku onun için yalnızca dinlenmek değildi; siyah beyaz gerçek dünyanın ağırlığından kaçarak rüyaların renkli dünyasına sığınmaktı. Uykuda hisler yoktu, zaman bir hiçti, bu yüzden en kolay yol uyumak, yani kaçmaktı. Hayat zordu, karmaşıklıklarla doluydu ve mücadele istiyordu; oysa onun savaşacak, direnecek gücü yoktu. Uyuyamamak ise gerçeklerle yüzleşmekti, hayattan hiçbir kaçışının olmamasıydı.
Ailesi, yakınları, arkadaşları onun hakkında endişelenmeye başlıyordu, fakat ellerinden bir şey gelmiyordu. O her şeye rağmen uyumaya devam ediyordu, ancak bu sonsuza kadar böyle devam edemezdi. Mümkün olsa her dakikasının uykuda geçirmek isterdi, ama bazen uyku bile bir kaçış yolu değildi. Uykuya daldığı zaman gerçekler rüyalarında da onu kovalıyordu. Rüyalar her zaman tatlı ve renkli değildi; bazı zamanlarda bilinçaltının sırlarının, korkularının, içsel çatışmalarının bir yansımasına dönüşebiliyorlardı.
İşte o zamanlarda uyku dahi çekilemez bir hale bürünüyordu. O gün gözlerini açtığı an artık uykunun bile bir kaçış olamadığının fark etti. Hayattan kaçmak mümkün olan bir şey değildi. Uyku gerçekliği örtmeye yetmiyordu, çünkü hayatta yaşanması kaçınılmaz olan gerçek şeyler vardı, er ya da geç ortaya çıkardı bunlar. Yaşamanın bir nedeni, bir amacı olmalıydı, değil mi? Hayatının amacını bulması gerekiyordu, kaçarak bunu yapabilmesi imkansızdı; hedefe ulaşmak için gerçek dünyada yaşamalıydı.
Rüyalarından kaçmak için gerçekliğe sığınması gerekiyordu, ama gerçekler de en az rüyalar kadar acımasızdı. Bu karmaşık içsel dünyası onun içinde gerçeklerle mücadele etmek için bir istek uyandırıyordu, bir kıvılcım yakıyordu. Belki de hayatın gerçekleriyle yüzleşme vakti onun için gelmişti. Kaçtıkça kovalandı, kovalandıkça yoruldu. İçinde yanan o küçük kıvılcımı fark etti. Böylece anladı ki yakalanmak zorundaydı, teslim olmaya hazır hissediyordu kendini. Onun için gerçek yaşam şimdi başlayacaktı.
Eskisi kadar düşkün değildi uykuya. İçinde bir şeyler değişmişti. Hâlâ bir yanı yaşamın sunduğu zorluklara katlanamayınca rüyalara dalmak istese de ruhu bir kere yaşam arzusuyla dolmuştu. Rüyaların renkli dünyasına sığınmanın artık bir anlamı kalmamıştı. İyi kötü her şeyi deneyimlemek, tatmak istiyordu. Her zorluğa katlanabilecek gücü olduğunu düşünüyordu artık. Baktı ki olacak gibi değil eski dünyasına geri dönerdi, ikinci bir seçeneği her zaman vardı. Uyku hep orada bir yardımcı olarak onu bekleyecekti.
Ne neşeli hissediyordu ne de üzgündü. Her şey yolundaydı, rüyalar ve gerçek arasındaki dengeyi bulabilmişti. Yine de huzura ermiş hissetmiyordu kendini. Hâlâ aklını meşgul eden düşüncelerle boğuşuyordu. Kafasındaki soruların cevaplarının daha karmaşık olduğuna inandığından bu cevaplara ulaşması zaman aldı. Oysaki içsel huzurun karmaşıklıktan çok daha uzakta basitlikte yattığını atlıyordu. Bu yüzdendi rüyaların artık keyifsizleşmesi. Bilgi ve düşünce aklı yoruyordu. Böylece uyku bir kaçış yeri olmaktan çıkıyordu. Gorki’nin de dediği gibi “Ne kadar az bilirsen, o kadar iyi uyursun.”