“Çok uyumak kaçmaktır, uyuyamamaksa yakalanmak.” Cümle zihnimde tekrar tekrar canlanırken türlü düşünceler ruhumu kemirmeye başlıyor. Belki zihnimin bana oynadığı oyunlardandır belki de cümlenin doğruluğundan, kalbimin ağırlaştığını hissediyorum. Her nefesimde daha da zorlanmaya başlarken onlarca hançer aynı anda kalbime saplanıyormuş gibi hissettiriyor.
Ne zaman bir problemle karşılaşsam kendimi uykunun kollarına bıraktığımı fark ediyorum. Uyumanın ben de dahil birçok insan için dinlenme aracı değil de dünyanın acımasız gerçeklerinden kaçış aracı olduğunu fark etmem omuzlarımda ve kalbimde taşıdığım yükü daha da ağır hissettiriyor. Tabi bazen uyku çözüm değil de işkence de olabiliyor. Beynimdeki sesleri susturmak için uyumaya çalışırken uykuya dalamayınca her şeyin daha da çirkinleşmesi hayatı çekilmez kılıyor.
Yavaş ve sakince uzanmakta olduğum yatağımdan çıkıyorum. İsteksizce dışarı çıkmak üzere hazırlanırken kendime yataktan çıkmayarak hiçbir yere varamayacağımı söylüyor ve temiz havada yürümenin kendimi kendi düşüncelerimden uzak tutacağını umuyorum. Böylece günlerdir çıkmadığım konfor alanımdan ,evimden, çıkıyorum.
Güneş tenimin üzerinden ısısını hafifçe tüm vücuduma yayarken gökyüzüne bakıyorum. Masmavi ve kocaman. Çoğu kişiye mutluluk verecek bu gökyüzü bana sadece ne kadar çok şey kaçırdığımı hatırlatıyor. Yürümeye başlayalı beş dakika olmamışken bir yere oturma ihtiyacı hissediyorum. Yorulduğumdan değil, genelde bir köşede oturup insanları izlemeye alıştığımdan oturuyorum.
Güneşin fazla parlak olması gözlerimi acıtırken önümden geçen neşe dolu kıza bakıyorum. Karşımda duran bu kızın yaşamayı sevdiği kolayca anlaşılıyor. Düşüncelerimden kaçmak için dışarıya çıkmış ben yine düşüncelerimin zincirine takılmışken kız durup kendisinin fotoğrafını çekmeye başlıyor.
Bu bana ne kadar uzun zamandır kendimin fotoğrafını çekmediğimi hatırlatıyor. Kız gitmiş ve etrafta insan yokken telefonumu çıkartıp bir fotoğraf çekiyorum. Sonucunda hiç çekmemiş olmayı diliyorum. Göz altı torbalarım, siyah halkalarım, kurumuş dudaklarım ve parıltıdan eser olmayan gözlerim bende sadece hüzün uyandırıyor. Fotoğrafı silip yürümeye tekrar dönüyorum.
Yürüdükçe küçüldüğümü hissediyorum, etrafımda gördüğüm bu insanlar benim aksime çok mutlu görünüyorlar. Mutluluk. Neydi sahi bu, ne anlama geliyordu benim için? Cevabını ilginç derecede hızlıca verebiliyorum. Bir insan küçük şeyler de olsa hala bir şeylerden zevk alabiliyorsa mutludur benim için. Bu tanımım beni gülümsetiyor, belki de mutluluk benim sandığım kadar uzakta değilmiş gibi hissettiriyor bana.
Yanımdan geçen iki küçük çocuk dikkatimi çekiyor bu sefer. Renk renk giyinmiş gülüşen bu çocuklar bir banka oturuyor. Biri küçük çantasından simit çıkarıyor. İkiye bölüyor, bir parça daha büyük kalıyor. Gülümseyerek büyük parçayı arkadaşına veriyor. Arkadaşı da gülümseyerek birazını kopartıp arkadaşına uzatıyor. Böylece iki çocuk için tüm sorunlar çözülüyor. Simitlerini yiyip tekrar yanımdan geçerken birbirlerine ne yapacaklarını anlatmaya başlıyorlar. Biri “Bugün çok oyun oynadım, çok güzel uyuyacağım.” diyor.
O an bu çocukların saflığı ve hayatın en başlarında olmaları beni yine düşüncelerimin uçurumuna itiyor. Hayatın aslında fazla bir şeylere takılmayan ya da çocuklar gibi henüz takılmayı öğrenmemişler için ne kadar mutlu olacağını fark etmemle yeni bir aydınlanma yaşıyorum. Bu aydınlanmadan yola çıkarak zihnimin farklı noktalarında dolaşırken evime vardığımı fark ediyorum. Havaya derin bir iç çekiş bırakırken aklımda önümdeki birkaç uyku öncesi düşüncelerimde kullanacağım tek bir söz var. “Ne kadar az bilirsen o kadar iyi uyursun.”