Sabah 8’de dışarıdan gelen İstiklal Marşı seslerine uyandım ve hemen ayağa kalkıp ‘hazır ol’ pozisyonuna geçtim. İstiklal Marşı bitince diğer odaya gidip televizyon karşısına geçtim. Her kanalda 29 Ekim kutlamaları vardı. Annemle babamı uyandırmaya gittim. Onlar zaten uyanmış vaziyettelerdi. Düşündüm ki, “Ben de katılsam mı bu kutlamalara?” Anneme ve babama “Ben de kutlamalara gidebilir miyim?” diye sordum. Olumlu yanıt aldığımda heyecanım biraz daha arttı. Telefonumu aldım, kahvaltımı hızla yaptım ve çabucak Atatürk baskılı-al bayraklı kıyafetimi giyip dışarı çıktım. Pencerelerden sarkan Türk bayraklarını görebiliyordum. Hatta neredeyse 80 dairesi olan bir apartmanın tüm pencerelerinden Türk bayrağı sarkıyordu.Kırmızı bir festival gibiydi. Arabama doğru yürümeye başladım. Kısa kollu giymiştim ve hava gerçekten soğuktu. Aklıma atalarımızın soğukta ne zorluklar çektiği geldi. Bu yüzden soğuğa dayanmaya çalıştım. Arabaya gitmek yerine yürüdüm.
Yolda yürürken her yerde kutlama vardı. Her yer çok kalabalıktı. Çoğu kişinin elinde küçük plastik Türk bayraklarından vardı. Onlardan birini ben de istiyordum. İleride uzun bir kuyruk vardı. Kuyruğun en arkasındaki kadına ne için sırada beklediğini sordum. Bayrak almak için beklediğini söyledi. İçimden “Demek ki buradan alınıyor bu bayraklar” dedim. Bayraklar bedavaydı. Bir tane alıp sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladım.
Oraya ulaştım ve sesin neden bu kadar yüksek olduğunu anladım. Burası açıklanamayacak biçimde kalabalıktı. Herkeste ya Atatürk’ün yüzünün olduğu kıyafetler vardı ya da bayrağımızın olduğu kıyafetler vardı. Hatta bazılarının yüzlerinde Türk bayrağı şeklinde yüz boyası, bazılarında ise ay yıldız dövmesi vardı. Ben bunları izlerken bir anda sahneye yaşlı bir adam çıktı. “Rahat” dedi ve herkes ellerini arkasına koydu. “Hazır ol!” dedi ve herkes hazır ol pozisyonuna geçti. “Dikkat!” dedi, herkes rüzgarda dalgalanan al bayrağımıza baktı ve yine İstiklal Marşı çalmaya başladı. Ses Cumhuriyet’imizin 100. yılı olduğu için çok fazlaydı. İstiklal Marşı bittiğinde o yaşlı adam konuşmaya başladı. Bayağı uzun konuştu. Bir sürü şey dedi ama herkes konuşmaya başladığı için ben hiçbir şey anlamadım. Büyük ihtimalle hoparlöre yakın olan kişiler dışında kimse anlamadı. Konuşma bitince Anıtkabir’e doğru yol almaya başladım.
Anıtkabir’e geldim. Buraya kaçıncı gelişim sayamıyordum artık. Yine müzesini gezdim. İnsan gerçekten oraya her gittiğinde yeni bir şey öğreniyordu. Unuttuğundan mı, kaçırdığından mı bilemiyordum. Orada dikilen askerlere bir süre baktım. Gerçekten de hiç hareket göremiyordum. Birkaç kere göz kırptıklarını gördüm, o kadar. Atamızın huzuruna çıktım, ona minnetimi içimden geçirdim. Eve dönmeye karar verdim ve oradan çıkıp yürümeye başladım.
Eve dönerken yolda üzgün bir çocuk gördüm. Yere bakıyordu. Elinde plastik bayraklardan vardı, bayrak kısmı kopmuş ve sapı bükülmüştü. Sallansa kopardı yani. Kendi bayrağım çok iyi durumdaydı. Ona verdim, çocuk çok mutlu oldu. O mutlu olunca ben de mutlu oldum ve eve doğru yürümeye başladım.
Yürürken, koskoca yüzyılın geçtiğini ve bu özel yıla tanık olmamızın ne büyük bir şans olduğunu düşündüm. 10 harflik bir kelimenin içine sığan bir sürü anlam vardı; demokrasi, devlet, yönetim, özgürlük, halk ve tabii egemenlik.
“Ne mutlu, Türk’üm diyene!”