Bazı şeylerin gerçek olduğuna ya da gerçek olmasalar bile o muhterem olgulara ulaşmanın yolunu kendimizi kandırarak inandırırız. Bazen duygu hissetmeyiz, iğne batınca vücuda sadece tepki veririz. Çünkü çok kolay yaşamamak, yaşamak daha zor sahi. Oturmak boş boş bakmak ve huzuru aramak… Zihinimizdeki hayal kırıklıkları ve insanlarla uğraşmak… Çünkü herkesin bir hedefi var bu hayatta, geri döndürülemez hataların, başarısızlığın, mutsuzluğun, tanımlanamazlığın, ve de bazen üstün hakimiyetin esiri herkes kendi beyninde. Hakimiyet de bunlardan biri çünkü kimse aslında neden bir şeylerin o şekilde ilerlediğini düşünmüyor ve kendimize ait bir mantık geliştirdiğimizde dünyayı daha tanımlanabilir yapmak için uğraşıyoruz, ortak bir amaç için, ve o amacın yamacında yine bir kurtlar sofrası ve yine stres girdabında kendini bulan bir insanoğlu… Güçlü olmak bu dünyada nedir tam olarak? Çok paranın olması mı? Bu soruya ancak çok parası olanlar evet der. Ya da çok mutlu olmak mı? Bu soruya da ancak çok mutlu olanlar evet der. Görüldüğü gibi elimizde ne varsa onu methetiyoruz sanki bu hayatta hiçbir şey çaba gösterilerek elde edilmiyor gibi… Ve evet soruları sorduğumuz insanlar da neden çok parası olduğunu ya da çok mutlu olduğunu zerre bilmeyen insanlar. O yüzden bu nicel ve nitel kavramı bir arada istemediler.
Margaret Thatcher demiş ki “Güçlü olmak hanımefendi olmaya benzer. Birileri öyle olduğunuzu söylemek zorundaysa öyle değilsinizdir.” Bir duyguyu çok yoğun hissederse bebekler hemen mimiklerine yansıtırlar, dedikleri seyler anlamsız mırıltı olsa bile sesli bir şekilde kendilerini ifade ediyorlar. Oysa yaş aldıkça insan dışlanmaya başlıyor, kendini sınırlıyor duygusal olarak, destek almıyor, içine kapanıyor, kendi problemlerini önemsiz görmeye başlıyor çünkü ne de olsa bu dünyadaki en son insan ya da bulunamaz hint kumaşı değil kendisi. Zaten biri kendini onaylarsa bir nitelik açısından büyük ihtimalle öyle bir şeye sahip değildir. Zekiyim diyen birine ne kadar inanıyorsanız işte bu da öyle bir bağlam, Einstein bile demiş ki “Ben dahi değilim sadece doyumsuz bir merakım var” ama şu da bir soru Einstein dahiyim deseydi de ne kazanacaktı ki zaten, 6 yaşındaki bir çocuğa da okuma yazma bildiğinizi kanıtlayarak ne kadar dahi olduğunuzu gösterebilirsiniz.
İzafiyet teorisini kime gösterirseniz gösterin fizikçi bile olsa işte teorem, matematik, formül insanoğlunun ne işi var ki zaten böyle kanıtlıyor etrafındakileri diyip geçer. O zaman Einstein nasıl bu kadar büyük bir fenomen? Çünkü o yapılamaz deneni kanıtladı; kuantum fiziğiyle yeni boyutlar kazandırdı dünyaya, sadece meraklısına değil herkese daha iyi bir dünya bahşetmek için çalıştı. Görünüşe bakılırsa da etrafındakiler ondan daha iyi değildi. Ama en çok dahiyim diyenler onlardı, ve daha güçlüyüm, ben eniyisiyim diyen biri de büyük ihtimalle kendisini daha iyi görmediği için sürekli onaylanmak isitiyordur, bu ne kadar kırılgan bir onuru ve benliğinin ihtiramı olduğunu gösteriyor insanın. En küçük bir hakaret alsa kaynayan düdüklü tencereden beter hale dönüşür, iyi olduğu için yapmaz hiçbir şeyi, iyi olduğunun düşüncesine kendisini kandırmak için yaşar çünkü ne yazık ki etrafındaki insanlar onun vasat, hedefsiz ve dışarıdan ne denilirse öyle şekillenecek hayatını nasıl daha güzel yapılabilir düşüncesiyle bir takım normlara döşemişler ve kişi umarsızca sadece istemese bile yapmaya bazı şeylere zorunlu. O yüzden bu kibire bulaşmış, aslında arkasında neden olmayan dile getiriş. Sen öyleysen zaten öylesindir, bu seni daha iyi yapar belki, yine de sınırları belirleyen ve gücün tek kıyas ölçeği yine de kişinin kendisidir.
Özellikle dışarıya yansıtılan gücün kendi içinde kontrolsüz hale getirilmesi ya da kibir yüzünden insanın çok daha iyi olabilecekken kendini bloke etmesi acı verici, ve eminim herkes yaşıyordur bunu zaman zaman kendi içinde. Ancak kendi içinde kişi o gücü düşünceleştirir ve sihirinin büyüsüne kapılırsa bir daha asla ulaşamayacağı o aktiviteyi yaparkenki mutluluğu çöpe atmıştır, aynı azimle başına koyulmayacaktır. Bu, gücün ölümüdür.