13.01.2023
Can Dostum Melih,
Biliyorum sana son altı aydır yazdığım mektuplar hep baştan savma yazılmış gibi gözüküyor fakat inan ki yazacak kadar önemli hiçbir şeyim olmadı. Hepsi gündelik olaylardı. Bunu okuduğun zaman muhtemelen “Ee şimdi anlatacak kadar önemli bir şeyin oldu mu?” diyeceksin kendi kendine ama seni hiç meraklandırmadan hiçbir şey olmadığını söylüyorum. O zaman ne yazacaksın diye düşünme sana dün gördüğüm ve hala etkisinden çıkamadığım çok fantastik bir rüyamı anlatacağım.
Rüyamda yolda ikimizin beraber kaldığı eve doğru yürüyorken iyi giyimli, sakalı bakımlı, kulağında altından küpeler olan iri bir adam gördüm. Adamın tam yanından geçip gidiyorken adam bana gür sesiyle seslendi ve bir teklifte bulundu:
-Buraya gel oğlum. Eğer sana söyleyeceğim şeyi yaparsan bu gümüş parayı sana vereceğim. Gümüş parayı sana vermemi istersin değil mi?
Ben de oldukça heyecanlı bir şekilde gümüş parayı kesinlikle istediğimi, ne isterse yapacağımı söyledim. Çünkü rüyamdaki diyarda gümüş para çok büyük bir meblağdı. Adam ise bana şu şekilde karşılık verdi;
-Sadece benim geçemeyeceğim kadar büyük olan şu delikten geçmeme yardım eder ve sonrasında sana söyleyeceğim şeyi yerine getirirsen söz verdiğim gibi bu parayı sana vereceğim.
Adamın elindeki meşaleyi alıp delikten aşağıya atladım. Çok sıska olduğum için hiç zorlanmadan delikten geçebilmiştim. Sonrasında yüksek sesle adama ne yapmam gerektiğini sordum. Adamsa bana yaklaşık yüz adım önümdeki lambayı getirmemi istediğini söyledi. Seri ve emin adımlarla yürümeye başladım. Başladım da o ne? Gördüklerime inanamıyordum. O da neydi? Her yer altından yapılmış kadehler, küpeler, türlü türlü mücevherlerle doluydu. Aklıma iki soru takılmıştı: Birincisi bu adam bu kadar mücevherin olduğu bir yerden neden sadece eski bir lamba getirmemi istiyordu, ikincisiyse neden buradaki mücevherlerle cebimi doldurmak varken sadece bir adet gümüş parayla yetinmeliydim ki? Tam mücevherle uzanacakken adamın yukardan bana bağırdığını duydum.
-Sakın ola ki lamba dışında bir şeye elini dahi sürmeyesin!
Adamın kesinlikle delirdiğini düşünüyordum. Nasıl yani? Bu kadar mücevher ve değerli eşyaya elimi bile sürmeden sadece değersiz bir lambayla mı yetinecektim? Belki bu normal bir lamba değildir, özel bir mücevherdir diye düşündüm ve üstünü ovmaya başladım. Fakat bir anda içinden sanki mor bir mürekkep kusan hokka gibi duman çıkmaya başladı. Dumanlar yükseldi yükseldi ve en sonda belden aşağısı olmayan bir insana dönüştü. Duman adam bana dönerek:
-Kimdir beni derin uykumdan uyandıran kişi. O kişi herkimse bilsin ki ben bu lambanın ciniyim ve onun 3 büyük dileğini yerine getireceğim. Dile benden ne dilersen sahibim.
Bir anda tarif edemeyeceğim biçimde ürperdim. Kendime gelip bu bir rüyamı anlamak için kendimi cimcikledim. Fakat her şey gerçekmiş gibiydi. Ben ne dileyeceğimi düşünürken tüm mağara deliğin dışarısında kalan adamın tehdit çığlıklarıyla yankılandı ve mağaranın önünü kapatacak bir taş koymasıyla dışarıdan gelen tüm ışık kaynağı kesildi. Cinden ilk dileğimi diledim:
-Beni çabucak arkadaşım Melih’in yanına ışınla.
Göz açıp kapayıncaya kadar hızlı bir şekilde bulunduğumuz mağaradan çıkıp ikimizin evimizin avlusuna ışınlandık. Biraz sonra da sen avluya çıkıp bize selam verdin. Şok olmuştum. Gerçekten gerçekleşmişti dileğim. Sonrasında harcayamayacağım kadar zengin olmayı diledim ve bir anda senin evimiz altın külçeleriyle dolup taşmaya, kapıda yüzlerce hörgüçlerine değerli mücevherlerle doldurulmuş sandıklar asılı develer sıralanmaya, emrime amade bir sürü koruma kapımızda beklemeye başladı. Artık her şey mükemmel olacaktı. Artık harcayamayacağım kadar zengindim. İkimizin de hayatı kökünden değişmişti. Üçüncü dileği dilemeye artık ihtiyacım kalmadığı için lambayı çekmeceye koyup yeni hayatımın tadını çıkarmaya başlamıştım.
Aradan yıllar geçti halen daha haddi hesabı olmayacak kadar zengindim fakat artık hiç ama hiç mutlu değildim. Çünkü zenginlik gözümü kör etmiş, artık dünyevi zevklerden tat alamamaya başlamıştım. Üstüne üstlük çok sık tartışmaya başlamıştık. Tartışmalarımız ise zamanla kavgalara dönüşmüştü. Artık dost değil düşman olmuştuk. Hayattan bezmiş bir şekilde otururken bir anda aklıma halen daha üçüncü dileğimin olduğu geldi. Çabucak en hızlı atıma atlayıp yaptırdığım saraydan çıkıp eski evimizin yolunu tuttum. Lambayı yıllar önce koyduğum çekmeceden çıkardım. Biraz tozlanması dışında bıraktığım gibiydi. Ve cini yıllar sonra tekrar lambadan çıkarmak için lambayı ovmaya başladım. Ve yıllar önce olduğu gibi tekrar içinden mor bir duman çıkmaya, o mor duman yavaşça cine dönüşmeye başladı. Cin bana her zaman sorduğu soruyu sordu fakat bu sefer son dilek hakkımın kaldığını özellikle vurguladı. Ben ise hiç düşünmeden dileğimi diledim:
-Lambayı bulduğum gününe geri dönmek istiyorum.
Zaman bir anda geriye sarmıştı. Ben evimize gitmek için yürüyorken iyi giyimli, sakalı bakımlı, kulağında altından küpeler olan iri bir adam gördüm. Adamın tam yanından geçip giderken adam bana gür sesiyle seslendi ve bir teklifte bulundu:
-Buraya gel oğlum. Eğer sana söyleyeceğim şeyi yaparsan bu gümüş parayı sana vereceğim. Gümüş parayı sana vermemi istersin değil mi?
Sanki bir dejavu yaşıyordum. Sonra zaten bu olayı yaşadığımı, hayatımın kırılma noktasının bu teklif olduğunu hatırladım. Adamın teklifini bağırarak reddettim ve koşarak evimizin kapısına kadar koştum. Avluya adımımı attığım an “Melih!” diye bağırmaya başladım ve kapıyı açtığın an seni öldürürcesine sarılmaya başladım. Mutluluktan ağlıyordum. Tanrıya şükürlerimi haykırıyordum. Artık gerçek mutluluğun paradan geçmediğini yaşayarak öğrenmiştim. Artık gerçekten mutluydum.
İşte böyle dostum. Günlerce rüyamın etkisinden çıkamadım. Gerçekten de artık ders almıştım. Rüyam tüm düşünce yapımı değiştirmişti. Artık mutluluğa giden yolu bulmuştum. Elimizdekilerin kıymetini bilmeliyiz Melih. Artık senin yanına, Elazığ’a, dönme kararı aldım. Çünkü daha fazla para kazanmak için geldiğim bu şehir, İstanbul, beni mutluluktan uzaklaştırmıştı. Ben senin yanında, ailemin ve diğer arkadaşlarımın yanında gerçekten mutluydum ve bu mutluluk kesinlikle parayla karşılanamazdı.
Sevgilerimle,
Can Dostun Ömer