Sonbahar sessizce gelmişti yine, ben ne olduğunu anlayana kadar arkamdan çıtını çıkarmadan yaklaşıp yeniden yakalamıştı beni. Böyle olmasını onun da istemediğinin farkındaydım hem de nasıl; özür neticesinde rüzgarlar estirip saçlarımı yüzümdem üfleyip çekerdi, pişmanlığından hayatım boyunca kimsenin göstermediği şevkati gösterirdi bana, en sevdiğim renk olan turuncuya büründürürdü yerleri ve ağaçların tepelerini, her camdan dışarı bakışımda en azından birazcık teselli bulurdum dökülen yaprakların güzelliğinde. Yine de ne kadar çabalasam da affedemezdim sonbaharı. Sanki damarlarımda akan yıpranmış kan, göğsümde patır patır atan ağrısı dinmek bilmeyen kalbim, her bir eklemimde geçmişin sızılarından uyuşan kol ve bacaklarım… Unutamazlardı işte. Sonbaharın benden aldıklarını ben unutsam da onlar unutamazlardı. O sene de aynı şekilde geri dönüşünü yapmıştı; ne kış kadar gösterişli, ne yaz gibi canlı, ne de ilkbahar kadar sakindi. Çok uzaklardan gelen bir trenin “yaklaşıyorum” dercesine gittikçe daha çok ses çıkarması, daha çok duman üflemesi, daha da ağırlaşması fakat kornasını çalana kadar tamamen fark edilmemesi gibiydi. Yaklaştığı o kadar belliydi ki… Sadece bütün sene treni dinlemekten sesine fazla alışmış, hareket ettiğini ve eninde sonunda yeniden bana ulaşacağını unutmuşum.
O sabah uyandığımda yatağım her güne kıyasla daha sıcak ve daha rahattı, camdan süzülüp yüzüme vuran sabah güneşi içten içe ısınmama, yatağımda daha da yayılmama yol açıyordu. Hiç kalkasım gelmediği için üstümdeki yorgana daha sıkı sarıldım ve kafamı yastıkların içinde kaybolana kadar gömdüm. Tam yeniden uykuya dalacakken burnuma gelen kahve kokusuyla gözlerimi açtım. Yatakta doğrulup esnedim, odanın serinliği yüzünden biraz titredim, gerindim, biraz daha gözüm kapalı bir halde oturduktan sonra yavaşça yorganın altından sıyrılıp yüzümü yıkamak için tuvalete girdim. İşim bittiğinde tuvalet kapısını açtım ve karşımda o soğuk sabahta bile kalbimi ısıtan bir görüntüyle karşılaştım: kocam elinde iki bardak kahveyle camdan dışarıya bakıyor yani beni bekliyordu. Yüzüme kocaman bir gülümseme ilişti ve günaydın diyerek elindeki kahvelerden birini üşüyen ellerimle kavradım. Karşılık olarak bana gülümsedi ve yanağımdan öptü. Sabahımıza sessizce sanki bir tablodan fırlamış kadar nefes kesici olan sonbahar manzarasını izleyerek ve kahvelerimizi yudumlayarak başladık. Kocam çoktan giyindiği için fincanları yıkarken ben de üstümü değiştirmeye gittim. O sabah keyfim gayet yerindeydi ve dolabımızda en sevdiğim beyaz, minik turuncu-kırmızı çiçek desenli elbise gözüme çarptığında “Neden olmasın?” diye düşündüm, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle elbiseyi askısından indirdim.
Birlikte yürüttüğümüz fırının girişine vardığımızda yolda başlayan sohbete iyice dalmış, kapıda bekleyen adamları ilk başta ikimiz de fark etmemiştik. Eşimin yüzündeki o çok iyi tanıyıp bir o kadar da sevdiğim gülümseme ciddi bir ifadeye büründüğünde baktığı yöne kafamı çevirip görmüştüm onları, biri yerdeki kuru yaprakları tekmeliyor diğeri ise dalgın bir şekilde, belki de hala uyanamamış bir halde, onun hareketlerini gözleriyle takip ediyordu. Eşim bana döndü:
-Sen burada bekle, ben onlarla konuşurum.
İşte böyle başladı sonumuz. Savaş için benden alınan kocama benim mi yoksa cephelerin mi daha çok ihtiyacı vardı, sonbahar? Sonraki hafta evimizin kapısından göz yaşlarımla uğurladığım kocamı bir daha bana geri getirmedin ancak benimle birlikte ağladın, yapraklarını döktün. Sen kış oldun, yüreğimi dondurdun ancak sen çabuk tuttun yasını, ilkbahar oldun yaz oldun. Ben ise sonsuza dek sonbahar.