Gri hakimdi bu tabloya. Sanki ölü bir insanın bedenine benziyordu her şey, her renk. Çürümenin sessiz bir orkestrasından bir çalgıydı, her varlık; özellikle kömür karasıydı bulutlar. Kirlenmiş ve hasta duruyorlardı gökyüzünde. Onlar güzel bulutlar değillerdi; dağılmış, formu olmayan kararsız gaz kütleleriydi. Kirli, beyaz, mat bir gökyüzüne peçe olmuşlardı sadece.
“Başka bir görevleri olmaksızın, sadece çıplak hissettiğinizde gölgesiyle sizi kapatıyorlardı.“
Gökyüzünde kuşlar yoktu. Sadece küller uçuşuyordu. O kadar narin bir uçuştu ki onlarınki; etraflarına kıyasla kelebek gibi hissettiriyordu insana. Yavaşça süzülerek kumları yalıyor, siz onları konarken izlemeye çalışırsanız da sahilin haraveti suratınızı yumruklarcasına yüreğinizi yırtıyordu.
“Kumu, suyu ve onların hikayesini anlamak zordu. İnsanın bulunmak isteyebileceği bir sahil değildi çünkü baktığınız yer.”
Kum, kendisine saplanmış; büyük, paslanmış ve eskiden kendisinden daha büyük bir iskeletin parçasıymış gibi duran metal profillerin hedef tahtası olmuştu. Su varken gözükmez, sadece dalga çekilince size ölümü ve yok oluşu anlatmak için kendilerini gösterirlerdi. Eğer şanslıysanız, ve gelgitleri yakalar iseniz, işte o zaman belki onların eski makinelerin ölü organları olduğunu anlayabilirdiniz.
“…Ve buz soludunuz tekrardan, çarpıp geçti size ölü rüzgar.”
Kıyı şeridi böyle eski çöpler ve hurdalar ile tek tük dekore edilmişken, kasvetli gök kubbeye doğru dumanlar süzülürdü. Bu dumanlar, yüzyıllardır yanmış ve şu an yakılabilecek tek bir parçası bile kalmamış harabelere aitti. Bu harabelere baktığınızda, korku ve umut dolardınız. Parçalanmış gökdelenler ve kervansaraylar, anlamlandıramadığınız ilginç ama yıkılmış bir mimari… Korku ile donatırdı her bir hücrenizi.
“Terk edilmişlik vardı bu eski şehirde. Keşfedilememişlik, yarıda kalmışlık ve yok oluş sessiz bir çığlık atsaydı ancak anlatabilirdi size bu görüntüyü.”
Arada bulunan tek tük heykeller, size eski bir efsaneyi anlatırdı. Toz olmuş büstler, biraz da olsa insanı hatırlamanızı sağlasa da, yüzleri unuttururdu kim olduğunuzu. Kim bilir, belki de bu şehri onlar kurmuştu. Bir tek onlar seçilebiliyordu zaten bu yok oluşta. Heykeller ve şehirler, siz onlara bakana kadar yüzyıllardır toz, pas ve yosun tutmuşlardı sahilin neminden.
“Kahramanlık ve canlarının feda edilmesiyle kazanmışlardı onlar bu ayrıcalığı.”
Sislerin içinden siz yürürdünüz bu mekanda. Kumsalı döverdi ayaklarınız, kum ezilirdi yalnızlığınızda. Deniz kükrerdi etrafınızda. Küller dans ederdi omuzlarınızda ve harabeler ölmeye devam ederdi sizin etrafınızda. Düşünce dünyasının sahilleri gizemli ve ölüydü, bir beklenti doğurmaz, sadece eşlik ederdi size bu yolculuğunuzda. Konuşamaz düşünür, koşamaz yürürdünüz.
“Sadece saygı duyabilirdiniz bu sahildeki hikayelere, kahramanlara, öksüz bulutlara ve paltonuza.”
Rüzgar sertleşince, bir mağraya girip yalnızlığınızı düşünür, yemek yeme ihtiyacı duymaksızın yürürdünüz. Uykunuz gelmez, canınız sıkılmaz, sıkıntınıza derman bulamazdınız bu diyarda. Sadece yürür ve eşlik ederdiniz bu çürümeye. Onu engelleyemez ya da hızlandıramazdınız. Sadece keyif alabilirdiniz bu süreçten, yargılayamazdınız bu sahili. O da size dalga sesleriyle eşlik eder, teslimiyetiniz için teşekkür edebilirdi.