Yıl 1884’ te Londra’da doğmuşum. Doğmuşum ama babamın kim olduğunu bilmiyorum. Beni annem tek büyüttü birde 2 tane erkek kardeşim var, benden onar yaş büyükler ama olsun. Annem beni büyütürken diğer insanların aksine biraz farklı büyütmüş. Ben öyle normal okullara gitmedim, annemin kendi okuluna gittim. Biz buna bir nevi bir hayat okulu da diyebiliriz çünkü ben annemden hayatı öğrendim, o bana matematik, fen değil daha da önemlisi hayatı ve hayatta nasıl kalacağımı öğretti.
Annem çok güçlü bir kadındı, hani güzelliğinin yanı sıra güçlü bir tarafı da vardı. Geçmiş zaman kullanarak anlatıyorum çünkü annem ortada hiçbir şey yokken kayboldu, yani çekti gitti. Ki bana zamanında hayatındaki en değerli kişinin ben olduğumdan bahsederdi. Tabii annem çekip gidince bende 16 yaşındayım, tek kalamazdım o evde. Beni abimler almaya gelecekti, ki geldiler de. Beni okula yazdıracaklardı. Yazdıracakları okul bana göre değildi istemiyordum. O dapdaracık korseleri, upuzun elbiseleri giymek ve onlarla günlerimi geçirmek istemiyordum, ihtiyacım yoktu. İşte o zaman aklıma koydum, annemi bulacaktım. Annemle küçükken hep bulmaca oyunu oynardık ama sıradan bulmacalardan değil. Hayattan alıntı yapardı. Belki yine bir ipucu bırakmıştır diye odama gittim. Annemin benim için aldığı vazonun içinde bir yazı vardı. Şömine. Şömine ne demek olabilirdi diye düşünürken odasındaki şömine gözümün önünde canlandı. Koşar adımlarla odasına gittim fakat dedektif abim benden önce davranmıştı-Büyük abimden bahsetmedim sanırım, o Sherlock, Sherlock Holmes- Odadan çıkmasını bekledim ve nihayet çıkmıştı. Şömineye baktım üstünde bir mektup vardı. İçinde “RESCPONITE” yazıyordu. Aslında çok düşünmeme gerek yoktu çünkü bu annemin tekniklerinden biriydi. Yapmanız gereken tek şey kelimeleri anlamlı hale getirmek. Bu kelimedeki birkaç harfi atarsanız karşınıza anlamlı bir tek “CENTRE” kelimesi çıkar. Bu da demek oluyor ki şehir merkezi yani Londra.
Londra ya gitmem gerekti. Orda en son 2 yaşımdayken yaşamıştım ama ara sıra gidip geliyordum. Çok düşünmemem, vakit kaybetmemem gerekiyordu. Ertesi sabah yola çıkmak için istasyona gittim. Bu olanlardan abilerimin haberi yoktu ve olamazdı. Bu sebepten ötürü kılık değiştirmiştim. Annemin dediği gibi “Orijinalliğini koru ama içinde, yoksa kendini ele vermekten başka bir şey yapmamış olursun.” Trene bindim, trende otururken rafımda duran bavul bir anda sallanmaya, hareket etmeye başladı. Ben ise sadece bakıyordum çünkü başka ne gelirdi elimden. Biraz daha sonra çantanın içinde bir şey çantayı kesmeye başladı ve sonunda çanta raftan yere düştü. İçinden kumral bir çocuk çıkıverdi, garipti. Bir bakıştık sonra çocuk gelen adamın sesine karşılık bir anda saklandı. Bana onu kurtarmam gerektiğini söyledi. Anlattığına göre evde mutlu değildi ve o baskıdan kurtulmak için evden kaçmıştı. Ailesi bilinen biriydi. O sırada çocuğu arayan adam benim vagonum bir anda yeniden dalmıştı. O çocuğu kurtarmak zorundaydım. Annem bana böyle öğretmişti. Adama saldırdım ve çocuğa kaçmasını söyledim. Çatışmanın ardından vagonun ucuna gelmiştik. Dışarıdaydık ve neredeyse düşecektik. Bir planım vardı. Çocuğu arkama aldım ve damın beni almasına izin verdim. İçeri girdik, yine çatışma en sonunda beni önümde duran, içi su dolu fıçıya batırdı ve boğmaya başladı. Annemin öğrettiği bi şey daha varsa o da “davranmak”. Adamın beni boğduğunu düşünmesini sağlamalıydım ve ölü taklidi yaptım. Adam en son beni bırakıp gidecekken fıçının yanındaki sopayla arkasından ona saldırdım. Adam yere serilmişti. ölmemişti bu yüzde vaktimiz kısıtlıydı. Vagonun dışında çıkıp hesap yaptım. Çocuğu yanıma aldım ve bana güvenmesini söyledim ama kim daha 15 dakika önce tanıştığı birisine güvenir. Ama ne de olsa az önce hayatını kurtarmıştım. Tam vagondan ovalara atlayacakken adam ayılmıştı. Vaktimiz dolmuştu ama insan her zaman vakit yaratmayı bilmeliydi. Adam bir anda annemin resmini gösterdi ve “Sakın bir daha adım atma!” dedi. Ne yapacağımı düşünürken annemin ben küçükken bana asla kim ne derse desin onlardan şeker almamam gerektiğini söylemişti. Adamın bu yaptığı da bir nevi bir yem, bir şekerdi ama ben bu şekeri almayacaktım.
Çocuğu tutup vagondan atladım. Hayattaydık ve en sonunda o çocukla düzgün bir konuşma yapmanın sırasıydı. Çocuk aslında İngiltere’nin en ünlü ailelerinden birisiymiş hatta bu ilk kaçışı da değilmiş önceden babası abimle çalışıyormuş yani Sherlock ile. Bu seferde o adam hem abimin hemde çocuğun adamıymış. Tesadüf mü orasını bilemem ama ikimizde aynı vagonda olunca bir taşla iki kuş vurabileceğini düşünmüş. Aslında ben haklıymışım o şekeri almadım ve ikimizi de kurtardım. Bu arada ben Adela o ise Viscount Tewksbury.