Ocak ayının ilk haftasıydı. Bursa’da hava yeni yeni soğumaya başlamıştı. Ağır ağır yağan kar burnumu ve ayaklarımı dondurmuştu. Köşedeki kulübede yanan bir ateş vardı ve gecenin o saatinde hiç kimse bir tanrı misafirine hayır demezdi. İçimde yine de kovulma endişesiyle kulübeye gidip ısınmaya karar verdim. Kovarlarsa içeri girmeyecektim. Köpeğim Zeytin ise soğuk havaya aldırmadan beni takip ediyordu. Bu köpeği bana kim almıştı ya da nerede sahiplenmiştim, hatırlamıyordum. Güç bela köpeğim ve ben kapıya gelmiştik. Köpeğim havlıyordu ama kimse kapıyı açmıyordu. En sonunda kapıyı çaldım. Sakallı ve yaşlı bir adam elindeki boza bardağı ile beni içeri davet etti. Girdim ama Zeytin dışarıda kalmıştı. Adama bir şey söyleyemedim. Ben yetmezmişim gibi bir de köpeğime mi bakacaktı? Nasıl olsa Zeytin soğuk havaya aldırmıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse niçin orada olduğumu, hatta nerede olduğumu bile bilmiyordum. Zeytin’i düşünemezdim.
Adan öylece karşımda durmuş bana da boza uzatıyordu. Kendisini tanımıyordum hatta kendimi bile tanıtamıyordum. Adam sordu:
‘Adın ne senin? Ne işin var buralarda? Kimin, kimsen yok mu?’
‘Adım… Adım Mustafa. Burası neresi bilmiyorum ki, burada oluş sebebimi bileyim. Bir ablam var onunla yaşıyorum. Yarın giderim. Beni merak etmiştir.’
Adam söylediklerimi onaylarcasına kafasını sallıyordu. Kalmam için ısrar bile etmiyordu. Öyle ya kim ister düzeninin bozulmasını? Yarın olmayan ablamın yanına gidecektim.
‘Peki’ dedim. ‘Sizin adınız?’ Ben adama daha sen diyememiştim.
‘Haşim, adım Haşim. Ayakkabıcıyım. Bu mevsimde herkes ayakkabıya ihtiyaç duyar ama ben de çok yoruluyorum, dinlenmeye ihtiyaç duyuyorum.’
İlginç bir adamdı. Yaşamı da kendisi gibi ilginç olmalıydı. Beyaz sakalları bir ayna gibi parlıyordu. Mavi gözleri çok anlamlı bakıyordu.
Köpeğim içeri girmişti. Ben fark etmeden adam almıştı demek ki. İyi insanmış.
Sohbet ederek birkaç saat geçirdik ama göz kapaklarıma artık hâkim olamıyordum. Adam: ‘Yukarıdaki odayı hazırladım buyurun, geçin.’ dedi. Bir an bu sözü hiç söylemeyecek sandım. Çıktım; oda fena değildi. Küçük bir penceresi vardı. Perdesini açtım. Ay, odamı aydınlatıyordu. Zeytin çoktan uyumuştu. Ben de yattım ve çok güzel bir uyku çektim.
Emanet pijamalarımla paldır küldür aşağı indim. Haşim benim için kahvaltı hazırlamıştı. Artık nerede olduğumu biliyordum. Uludağ’da küçük bir dağ evindeydim. Kulübe de değil. Dışardan göründüğü kadar küçük olmayan bir evdi çünkü. Köpeğim ve Haşim anlaşmış görünüyorlardı.
‘Günaydın, çok rahat uyudum, teşekkür ederim.‘
‘Rica ederim, ne zaman istersen evimde sana yer var. Her zaman gelebilirsin.’ Bu, bugün git ama daha sonra gelebilirsin demekti.
Yemeğimizi yedik. Adam ağaçlardan topladığı kuşburnu dallarını bir çuvala koyup getirmişti.
‘ Buyur, ablana götürürsün.’
‘ Sağ ol ama ablam beceriksizdir. Onları ne yapacağını bilemez. Çöpe atar, ziyan olur.’ Başka yalan bulamamıştım. Adam ısrar etti ben de aldım.
Zeytin yine ortalıkta yoktu. Kuşburnu diye aldığım çuvalın içinde 3-4 çift de ayakkabı vardı. Uygun olanı giydim ve şehre indim. Zeytin yanımdaydı bu köpeğe anlam veremiyordum. Bir vardı bir yoktu.
Çarşıda çok asil bir bey gibi görünüyor, herkesin dikkatini çekiyordum. Öyle sanıyordum. Oysa nerden bilebilirdim kılık kıyafetimin çarşıya uygun olmadığını.
Günler sonra camiye gittim. Adamın birisinin ayakkabıları çalınmıştı ve ayaklarıma bakıyordu. Ayakkabısı kaybolan ya da çalınan adam:
‘İşte bunlar!’ diyerek üzerime yürüdü. Hiç sesimi çıkarmadan yere oturup ayaklarımı uzattım. Birkaç adam daha hırsız olduğumu söylüyordu. Çünkü elimdeki çuvalda bir hafta önce kaybedilen ayakkabılar da vardı. Zeytin yanımda havlıyordu. Nasıl girmişti içeri yine? Camide siyah bir köpek.
‘Dışarı çık oğlum, dışarı.’ dedim. Ama kimse Zeytin’e aldırmıyordu. Sanki yoktu onlar için.
Camiden çıktım. Bir arabadan inen iki adam bana doğru yürüyordu. Beni alıp götürdüler.
‘İşte şizofren kaçak. Yakaladık seni.’ diye bağırdı birisi, öteki de sert sert gülüyordu.
Ben bir tımarhanedeyim. Deli değilim şizofrenim. Zeytin hala yanımda ama kimse onu kovmuyor. Nedenini bilmiyorum. Neyse bugün bu kadar yeter. Hemşire birazdan ilaçlarımı vermek için gelir. Zeytini ve seni saklamak zorundayım.
Gamze Soysal 9/C
Yukarıdaki yazı lise 9. Sınıf öğrencisiyken edebiyat dersi için yazmış olduğum kısa bir hikaye. Bursa’yı ziyaret ettiğim sene izlemiş olduğum Akıl Oyunları isimli filmden esinlenerek yazmıştım. Şizofreninin ne olduğunu anladığım kadarıyla, 15 yaşımda. Ne olduğunu anlamadığım bir bozukluk için yine de fena sayılmazmışım. Ne dersiniz?