Elimi cebime attım ve bir kağıt buldum. Üstünde bir adres yazıyordu. 5.00000000000000000 km.gitmemi istiyordu. Bisikletimle gitmiştim ama karşımda bir deniz vardı. Kumsalda bir pusula buldum. Hemen yanında bir parça kağıt vardı. Üstünde ”Kuzeye doğru ilerle. Orada bir sürpriz var. Ve tek sürpriz o değil maceranın sonunda bir hazine var…” yazıyordu.
Kuzeye doğru gittim. Bir kayık ve içinde ise bir tabak pasta ve yediğim zaman susayıp deniz suyu içemeyeceğim için bir şişe su vardı. Kayığın içinde de bir not vardı. İçinde ”Pusulanla yine kuzeye doğru git. Sakın trenin kalkış saatini kaçırma. Renkli renkli tezgâhlarda biletler olacaktır. Mavi olanından al.” yazıyordu. Ne demek istediğini pek anlamamıştım. Yola koyuldum. Biraz pasta yiyip su içtim. İleride bir yer vardı. Hızlandım, hemen oraya gitmek istiyordum. Çok heyecanlıydım. Kısa sürede vardım. Notta yazdığı gibi renkli tezgâhlar vardı. Mavi, sarı, turuncu, yeşil, kırmızı, lacivert, koyu yeşil, pembe ve mor. Açıkçası bütün renkler vardı diyebilirim. Mavi olandan bilet aldım. Trene bindim. Yerime oturdum. Yolda giderken biletimi inceledim. Gittiğim yer Endonezya’nın içinde sıkça ayı, kurt, papağan ve kurbağa olan ormanlarından biriydi. Çok heyecanlandım. Ama sonra bir rüyada olabileceğimi düşündüm. Ne de olsa hiçbir tren Endonezya’nın en TEHLİKELİ ormanlarına gitmez öyle değil mi? Bu yüzden kendimi çimdiklemeye ve tokatlamaya başladım. Sonra herkes bana”Sen deli misin be?” bakışı attı. Bunun bir rüya olmadığı ortadaydı. Utançtan yerin dibine girdim. Yolculuk tam bir saat sürdü. Bence bu benim bir ayı tarafından kovalanmama değmezdi.
İçime bir sıkıntı çöktü ki inanamazsınız. Derken tren durdu. Belli ki gelmiştik, trenden indim. Etrafıma bakındım. Hava nemliydi. Her yer ıslaktı. Etrafta goriller, ağaçta sallanan maymunlar ve renkli renkli papağanlar gördüm. Sonra ileride bir kurdun bana doğru hızla geldiğini farkettim. İlk önce onu yavaşlatmak için yanımda getirdiğim boncukları etrafa saçtım. Kurt bana o kadar odaklanmıştı ki boncukları göremeyip düştü. Ben de uzun bir ağaca tırmandım. Acil bir plan yapmam gerekiyordu. Çantamda bir parça et vardı. Hemen kurdun önüne attım. Yalnız çok doğru bir ağaç seçmişim. Çünkü ağaçta arı kovanı vardı. Bir dal koparıp arı kovanına sapladım. Evet, aynen Türk astronotların aya Türk bayrağını sapladıkları gibi. Sonra da arı kovanını aşağı tam da kurdun üstüne bırakıverdim. Ama arılar kurda çarptığında sadece pıt, pıt gibi sesler çıkıyordu ve ben bu kurdun robot olduğunu anlayıp kayıkta bulduğum su şişesindeki bütün suyu robot kurda döktüm. Robot kurt bozuldu.
Endişeyle etrafa bakınıp temiz su aramaya başlamıştım ki birisi bana ”Buraya gel…” dedi. ”Sen neredesin ki?” diye sormam ayıp birşeymiş gibi ” BURAYA GEL DEDİM!” diye bağırdı. Yapacak birşey yoktu. Sesini takip ettim. Yanına geldiğimde ne yapıyorsun sen burada, ben bile zorunda olmasam gelmezdim buraya! Artık sesimi yükseltme vakti gelmişti, iki saattir burada sanki bana annemmiş babammış gibi rahat rahat bağırıyordu. Ben de ”Ben de buraya kendi isteğimle gelmedim herhalde! Bir insan bu tehlikeli hayvanların olduğu ıslak ve nemli yerde çılgın olmasa dolaşmaz! Üstelik eğer tımarhaneye gitmemi istiyorsan hemen çekil git, bir deliyle baş başa olmak istemezsin sanırım canım!” dedim. Canıma değsin! Ama sonra özür diledi ve olayı tatlıya bağladık. Bu aralar çok gerginmiş. Her şeye sinirlenebiliyormuş.
Bana haritasında güvenli ve tehlikeli yerler olduğunu, ama güvenli bir yere gitmek için pusula gerektiğini söyledi. Ben de ona yanımda pusula olduğunu söyledim. Pusulaya ve haritaya uyarak küçük bir kulübeye vardık. Terk edilmiş bir yere benziyordu ama diğer kasvetli ve korkunç perili evlerle hiçbir alakası yoktu. Çok şirin bir yerdi. İçeri girdik. Kızla sohbet ettik. Sherlock Holmes’un bir yakını olduğunu ve öyle birisi olarak suçluları yakaladığını söyledi. Zaten buraya bu civarlarda bir seri katil olduğu için gelmiş. Bu cümleyi duyar duymaz ilk yaptığım iş öncelikle kapıyı kilitlemek oldu. Sonra üzerimizdeki stresi silip süpürmek için mutfakta biraz şekerleme aradım. Buzdolabındaymış. Ama yanında iki tane suluk ve bir not daha vardı. Üçünü de getirdim. Yemeye başladık. Sonra notu okumaya karar verdim. Okuduğum şey şuydu”Seri katil birini gözüne kestirdi, maceraya hazır olun. Zamanında seri katil onu yakalamadan siz onu yakalayın…”Hemen arkadaşımın önünden suluğunu kaptım. ”Sen beni dinlemedin değil mi?” ”Off evet dinlememiştim yakalandım. Ne dedin ki?” ”Burada senin aradığın seri katil birini yakalayacakmış, hemen saklandığı yere baskın yapmamız lazım. Bunu duyar duymaz suluklarımızı ve birine tükürdüğümüzde ona elektrik çarpmasına neden olacak sakızları koydu. Kendisi de elinde ok atmak için bir okla yay taşımak istedi. Kolluğunu, parmaklığını ve sadağını taktı sadakta da tam 6 tane ok vardı. Yayı da kendi elinde taşıdı. Ben ise sadece mutfaktan ikimiz için biraz atıştırmalık koydum. Yola çıktık. Arkadaşımın herşeyi bilen tabletine seri katilin saklandığı yeri sorduk. 2 metre yürüyüp sola dönüp ileri doğru gidersek büyülü bir eve varıyormuşuz. Dediğini yaptık ama bu bizim tam 45 dakikamızı aldı. Çok yorulmuştuk.
Vardığımızda çok ürkütücü bir manzarayla baş başa kaldık. Bahçesinde iki tane mezar var. Üstlerinde ”Sofia Good” ve ”Tom Good” yazıyordu. Endonezya’da bu Sofia ve Tom isimleri pek görünmez. İngiltere’den taşınmış olabilirler diye düşündük. Ağzımıza elektrikli sopaları ve elimize patikada bulduğumuz sopa gibi uzun ve kalın ağaç dallarını aldık. İçeri girdik. Adam koltuğunda korku filmi izliyordu. Başına sopayı vurduk. Onu kendi sığanağımıza götürüp sorguya çekecektik ama sopanın etkisi hızlı geçer. Ağzımızda elektrikli sakızlarımızı çiğneyip onu sabırla bekliyorduk. Sonra birden ayaklandı ve ”SİZİ CANİ VELETLER! CANİLER!” diye bağırdı ve ben de ”Birincisi öyle bağırma nefesinden bir rüzgâr oluştu ve iğrenç kokuyor. İkincisi biraz kibarlık öğrenmelisin, her zaman her yerde istediğin gibi bağıramazsın. Üçüncüsü masum ve adil çocuklara cani olduklarını söylerken kendinin bir seri katil olduğunu hatırlamalısın bence.” dedim çok da hak etmişti zaten. Sonra o da ”GELİN BURAYA UKALALAR!” sonra da arkadaşım ona ”Bizi mi istiyorsun, gel de yakala!” dedi ve ikimiz de aynı anda elektrikli sakızları adama tükürdük. Çok havalıydı. Sakızlarımızda belli bir süre sınırı olduğu için adamı ayağından çekmeye karar verdik. Yoksa hiçbir şekilde onu sığanağımıza hızlı bir şekilde gidemezdik. Merak etmeyin, süre sınırı 1 saat 15 dakikaydı. Biz buraya zaten 45 dakikada gelmiştik. Onu sandalyeye bağlamak da 2 dakikamızı alır. Geriye kalan tek şey sadece ayılmasını beklemek. Bu hesabı yaptıktan sonra onu ayaklarından bütün gücümüzle çekmeye başladık buraya kadar gelirken etrafa çok baktığımız için yolu hatırlıyorduk. Eve geldik. 30 dakika kalmıştı. Onu en kalın iplerle bağladığımız için biraz daha zor oldu. 9 dakikamız gitti. 21 dakika boyunca elimizde sopalarla ve telefonla katilin ayılmasını bekledik. İstediğimiz de oldu. Ayıldı ve ”Bak kaba şey, eğer bize gözünü kestirdiğin kişiyi nereye kilitlediğini söylersen hemen onu kurtardıktan sonra buraya geldiğimizde seni serbest bırakırız, ama eğer bırakmazsan ne olacağını sen biliyorsun. Tabii ki öyle birşey olmayacak. Ne yani, bize yerini söyledi diyelim, onu bıraktığımızda ya aynı kişinin peşine düşer, ya da başka birini arar. Sonuç? Sonucu ben söyleyeyim. Onca emek boşa gidecek ve o kazançlı çıkacak. Bu yüzden söylerse onu kurtardıktan söyle seri katili sopayla bayıltıp polisi arayacaktık. Söylemezse de direkt olarak bayıltıp polisi arayacaktık. Sonra kendimiz hedefi arayacaktık. Evet, bir yağmur ormanda bir karakol olması çok garip ama daha garip şeylerle karşılaşacaksınız. Adam gözyaşları içinde kabul etti. Hedefi bir hastanedeymiş. Bu kadar ipucunun yeterli olduğunu söyleyip yola çıktık. Haritaya baktığımızda bir hastane vardı. Bizim olduğumuz yeri karalayıp karaladığım yere baka baka hastaneye vardık. İki koridor vardı. Ayrıldık. Yolda bir not gördüm. Üstünde ”İleri doğru git. İlk gördüğün odaya gir” yazıyordu. Yürüdüm, yürüdüm,yürüdüm ve bir kapı gördüm. İçeri girdim. Bir not daha buldum. İçinde” Çok güleceksin ama hedef kapıyı açar açmaz gördüğün dana, Kurban Bayramı’nda kesilecek.” yazıyordu. O zamana kadar çok ciddiydim ama işte o notu okuduktan sonra kahkahalarla gülerek danayı arkadaşıma getirdim. ”Hedef buymuş!” dediğimde yüzündeki bütün somurtma kahkahaya döndü.
Biz ikimiz öyle gülerken bir kapının kapanma sesi bizi ciddiyete davet etti. Birden sustuk ve kapıya bakmaya doğru başladık. Bir adam ”SİSTEM HATASI! SİSTEM HATASI!” diye bağırıyordu. Önce adamın kafayı üşütmüş olduğunu düşündük. Ama sonra birden kaçtık. Çünkü adam robottu. Eve geldiğimizde adama ”Sen normal bir köylü müsün?” diye sorduk. ”Evet, tabii ki…” ”Ama kasabamızda senin bir katil olduğun söyleniyor.” ”Kasabanızdakilere vegan olup olmadığını sorun biiir, BENİ BU SANDALYEDEN ÇIKARIN İKİ!!!” Adamdan özür diledik ve onu çözdük. Kollarını havaya kaldırıp çılgınca bağırarak uzaklaştı. Şu katil saçmalığından kurtulmuştuk. Bir oh çektik. Sonra yürüyüşe çıktık. Çok ama çok uzun ağaçlar gördüm. Boyu bizim boyumuzun toplamının üç katından fazlaydı. Geri döndüğümüzde paspasta bir not gördük. İçinde ”Çok safsın küçük hanım, en iyi hazine senin evindir zaten, eve git ve dinlen.” yazıyordu. Artık çok sinirlenmiştim. Bir tuzak kurduk. Arkadaşım buzdolabından ışık hızı içeceği içti ve eline bir ip aldı. Ben de dışarı elimde bir sepetle çıktım ve çiçek toplayıp geri döndüğümde onlardan bir parfüm yapacağımı söyledim. Uzaklara gidermiş gibi yaparak yavaş yavaş bir ağacın arkasına saklandım. Arkadaşıma da oturup sadece televizyon izlemesini söyledim. Miskin miskin televizyon izlemeye başladı. Sonra birden birisi geldi ve küçük bir notu özenle yerleştirmeye başladı. Sonra ben de parmak şıklattım ve o da kumandayı fırlatıp adamı yakalayıp bir yere bağlamak için ışık hızında adama doğru koştu. Tabii ki hiç kimse ışık hızından kaçamayacağı için planımız istediğimiz gibi gitti. Sonra ben de ortaya çıktım ve adamdan hesap sordum. Adamı çözdük ve arkadaşımla ben bir sıcak hava balonuna bindik. Gittik, gittik, gittik ve gittik. Sonunda evin önüne geldik. Kız maskesini açtı ve bir de ne göreyim, bu kız okuldaki en iyi arkadaşım değil mi? Çok heyecanlanmıştım ve şaşırmıştım. Tek yapabildiğim şey onu eve çağırmaktı. Annem bana öyle bir sarıldı ki beni bıraktığında çok ama çok zayıf görünüyordum ve kazağım yırtılmıştı. Oturduk, sohbet ettik, film izledik, ödevimizle ilgili araştırmalar yaptık, annemin takılarını denedik ve yemek yedik. Sonunda evine gitti. Benim de uyku vaktim gelmişti zaten. Dişlerimi fırçaladım ve uyudum.
Evet arkadaşlar. Eğer nasıl bu kadar uzun birşey yazdığımı merak ediyorsanız söyleyeyim. Eskiden bazı dizilerin, filmlerin ve kitapların özetini okumuştum. Onları birleştirdim, değiştirdim ve yeni kelimeler ürettim. İşte ortaya böyle birşey çıktı.
Hoşçakalın!