Karanlık, puslu ve soğuk bir geceydi. Bir aralık ayında New York’tan Buenos Aires’e gidebilmek için gece yarısı kalan büyük yolcu vapurunun kalkmasını bekliyordum. Bir kısım vapura binmeye çalışırken, başka birileri de ayrı bir koşturmanın içerisindeydi. Dış dünyayla etkileşim de olmak benim için hiç de iyi bir şey değildi çünkü üşüdüğümü hissediyordum. Bu soğuk ayazda beklerken ancak bir şeyi düşündüğüm zaman soğuktan korunuyormuşum gibi hissediyorum. O düşündüğüm şey öyle bir derinlikte olmalıydı ki, ancak kendimi dış dünyadan soyutlayabiliyordum. O an içinse Blackburne’nün 1987 de Berlin de oynadığı oyunu kafamda canlandırıyordum.
Belli bir süre oynadıktan sonra vapurun iki dakika içinde kalkacağını duyunca aniden bir panik beni sarmıştı. Sanki geç almışım gibi… Hemen valizimi elime alıp vapura bindim ve bir köşeye oturdum. Arkamda oturan iki adamın konuşmasında “bir kuş binmiş gemiye” dediğini duydum. Meraklı bir şekilde onlara baksam da, herhalde farklı bir şey yaptığımı düşünüp oradan kalktılar ve başka bir yere gittiler. İlk başta çok utansam da, bu çokta uzun sürmedi. Birkaç gün sonra birkaç kişinin gezinti güvertesinde satranç oynadığını gördüm ama işin garibi bir kişiye karşı bütün herkes oynuyordu. O tek oynayan kişi de Mirko Czentovic’di. Bu adam on yedi yaşında Macaristan şampiyonu, yirmisinde de dünya şampiyonu olmuş, satranç tarihinin en aptal ve en iyi oyuncularından biri kabul edilen bir kişiydi.
Belli bir süre onları izledikten sonra çok saçma bir şekilde kaybettiklerini gördükten sonra dayanamadım ama yanlarına yinede gitmedim. Tanrı bunu anlamış olacak ki, o yanlış hamleyi benim gibi başka bir kişi telaşlı bir şekilde uyarıp engellemişti. Bu adamı daha önce hiç görmemiştim ama Czentovic gibi bir büyük ustaya benziyordu. Merakımdan tahtaya yaklaşmıştım ve o da satranç tahtasındaki durumu anlatıyordu orda olanlara ve maçın hala bir beraberlik şansı olduğundan bahsetmişti. Birkaç hamle oynadıktan sonra da Czentovic bu adamın beklediği gibi beraberlik teklifinde bulunmuştu. Herkes çok şaşkındı ama Czentovic de hiç bir değişiklik yoktu ve kendini mağlup eden bu adama dönüp “yarın üçte başka bir maça ne dersin?” diye bir soru yöneltti. Herkes gibi bende şaşkındım. Bu adam kesinlikle Czentovic’le aynı turnuvaya gidiyor olmalıydı. Yoksa bu kadar iyi oynayan birisi bu vapurda ne yapsın ki.
Bu arada bu adam hemen başka bir yöne yönelmişken arkasından birkaç gün önce beni yanlış anlayan adam gidiyordu. Yine aynı durumu yaşamamak için onlara çok yaklaşmadan konuşmalarını dinlemeye çalıştım. Çok bir şey duyamamış olsam da adamın bir yahudi olduğunu öğrenmiştim ve gemiye de bir iş gezisi için geldiğini söyledi ve nazilerle ilgili bir şey söylüyordu. Tam bir şeyler duyuyorum derken bir anda koltuğumdan fırladım. Meğer zihnim bana bir oyun oynuyormuş, aslında bu bir rüyaymış! Biraz gördüğüm bu rüyayı düşündükten sonra hemen aklımdan çıkıverdi. Daha sonra elimde olduğunu daha sonradan fark ettiğim eksik Stefan Zweig’ın satranç kitabını okumaya kaldığım yerde devam ettim.