O sabah çok karanlıktı, birazcık yürümeyi denesen uzayda süzüldüğünü hissedersin; ayrıca çok gürültülüydü, karşı komşusu yağmur yağarken çimleri biçiyordu: kulağını tıkasan da yine duyardın. “Bu ne saçmalık!” dedi yan komşusu ve balkondan içeri girdi. O sırada bizimki de yeni uyanmıştı. Kalkar kalkmaz başını ranzaya vurmuş, yere düşmüş kocaman ağır bir taş sütun gibi kalmıştı. Azıcık vurduğu başını ovduktan sonra sinir bozucu sarı çalar saatini susturdu. Sonra mutfağa koştu ve kendine yumurtaları kırdı. Evet, hepsi kendisiyle birlikte yere kapaklandı. Böylece yumurta yemekten vazgeçerek bir kase kuru mısır gevreğini mideye indirdi. Yerleri temizlemeye hiç efor sarfetmedi çünkü biliyordu ki köpeği bu işi kendisi için memnuniyetle yapacaktı.
Tekrar odasına koştu. Takım elbisesini ve siyah yün çoraplarını giydi, gümüş kol saatini taktı, saçını taradı, ve biraz gargara suyuyla boğazını yakarak öksürmeye başladı. Yerde acı içinde kıvranıyordu zavallıcık. Ona bir bardak su verecek kimsesi yoktu zaten. Zorlukla yerden kalkarak musluktan aldığı suyu içti. Bu onu birazcık olsa da rahatlatmış, öksürüğünü de kesmişti. Bir sonraki iş ise evraklarını karman çorman olmuş masasından çekip çıkartmaktı. Kağıt demirden olsa mıknatısla tutup çekerdi ama malum kendisi de mıknatıs gibiydi, ne kadar dağınık olsa bile aradığını sanki oltayla yakalayıp kovasına koyardı. İş çantasını aldı, kapıya yöneldi. Siyah deri ayakkabılarını giydikten sonra hazır olacaktı. Ayakkabıları o gün saklambaç oynamak istercesine ortadan kaybolmuştu. Halasının ona geçen yazın temmuzunda aldığı tavşanlı terliklerle dışarı çıkamayacağına göre bir an önce aramaya başlamalıydı. Ayakkabılarının mutfakta olamayacağını biliyordu; zaten geçen hafta bir termit ordusu oradaki tüm dolapları kemirmişti ve geriye sadece buzdolabı, fırın, ve mutfak lavabosu kalmıştı. Evi 1+1 bir müstakil daire olduğu için geriye araması gereken sadece kendi odası kalıyordu fakat orada da olmadığını çok iyi biliyordu. Ayakkabılarını dışarıda kapının önünde olduğunu hatırlaması fazla sürmedi ve kapıya doğru koştu. Yere üçüncü kez düşmeyi ihmal etmeyerek neredeyse kürek kemiğini kıracaktı. Kapıya sağ salim ulaştıktan sonra siyah şemsiyesiyle birlikte anahtarlanı aldı. Artık arabasına binebilirdi.
Kontağı çevirdi ve 96 model Tıkırtetto’sunun motorunu çalıştırdı. Mahallenin dar sokağından anayola, anayoldan ise belirlenen hız sınırının tam iki buçuk katıyla çevreyoluna girdi. Kimse ona şafak sökerken hız cezası kesemeyecekti, kameralar bile arabasının hareketini yakalayamadı. 39 km gittikten sonra yol ayrımından havaalanına doğru saptı. Artık eskisi kadar hızlı gidemezdi, trafik yoğunlaşmaya başlıyordu ve yandaki araçlara gelişigüzel makas atmak imkansız hale gelmişti. Bir şekilde yanındaki araçlara toz yutturarak giden yolcu terminaline ulaştı. Geciktiğini zannediyordu ve hemen saatine baktı. Neyse ki uçağının kalkmasına 15 dakika vardı. İki güvenlik kapısını da aşarak bekleme salonuna ulaştı. Uçağa binince patronunu aradı, “Her şey çok hızlı gelişti, kendime geldiğimde havaalanındaydım.” dedi. Patronu da ona, “Toplantıyı iptal ettim eve dönebilirisin” dedi. Bak sen şu işe!