Vücutla birlikte uyanıyorum, anlaşılan bizi bugünkü gezide ayakta tutacak olan benim. Belirlediğimiz günlük rutine uyarak başlıyorum; lavabo ihtiyaçları giderilir, rahat bir kıyafet seçilir ve güzelinden bir kahvaltı hazırlanır. Tıpkı her gün olması gerektiği gibi. Normalde bu gibi rutin hareketleri bitirdikten sonra hemen hazırlanıp çıkmamız gerekirdi ancak saate bakınca daha uçağımızın kalkmasına 3 saat olduğunu gören ben tabi ki boş zamanımızı değerlendirip resim yapmaya karar veririm. Uzun zamandır resim yapmak için zaman bulamıyordum zaten, bana sorarsanız o anı değerlendirmek için daha zevkli bir aktivite yoktur.
Radyodan gelen huzur verici gitar tıngırtıları, hafif kirli camımızdan vuran kırık güneş ışığı ve beyaza boyanmış bir tuval; bir ressam daha ne isteyebilir ki? Fırçamın ucundaki pembe boyayı nazikçe tuvalin kenarlarında gezdiriyorum, zihnimin bir köşesinde güzel bir portre fikri doğuyor. Pembe yeteri kadar kendini gösterince tuvaldeki pembe boyalı yerlerin aralarına soluk ama açık mavi rengini ekliyorum, birlikte mükemmel bir ikili oluşturuyorlar bence. Tuvalin tamamı bu iki rengin dans etmesiyle boyanınca ince bir kurşun kalemle hepimizin dış dünyada sahiplenmek zorunda olduğu yüzü çizmeye başlıyorum.
Arkadaşlarımız bedeni “güzel bir kadın” olarak betimlemeyi sever sorduğumuz zamanlar. Omuzlarımıza dökülen düz siyah saçlar, gri ile yeşilin kombinasyonu doğuştan kısık gözlerimiz, pembenin soluk bir tonuna sahip dudaklarımız ve kıskanılacak bir burnumuz varmış. Aynaya bakmaktan hoşlanmayan tek alter ben olduğum için size bunların doğruluğunu asla kanıtlayamam ama anlatılanlara güvenim var. Belki de aynaya bakınca normalde sahip olduğum yüzü göremeyecek olacağım gerçeği beni aynaya bakma fikrinden tiksindiren şeydir.
Nefes almadan resmi tamamlarım, yeni yeni kurumaya ve tuvale yerleşmeye çalışan boyalardan yansıyanın güneşin son ışıkları olduğunu anlamamla beraber ayağa fırlarım ve hazırlanmaya başlarım, geç kalıyorum. Alelacele ayakkabılarımızı giyip bedenimizi evden dışarı çıkardığımı zar zor hatırlar gibiyim, şimdi düşününce yakın geçmiş bir bulanıklıktan ibaret.
Her şey çok hızlı gelişti, kendime geldiğimde havaalanındaydım. Beni fronttan kim çekti hatırlamıyorum, bizi buraya kim getirdi bilmiyorum ama havaalanının ortasında sorma şansım olduğunu sanmıyorum. Başımda zonklayan bir ağrı ve henüz bulanıklığı geçmemiş görüşle kontrollerden geçmeye çalışıyorum. Tam pasaportu uzatırken kulağımda bir fısıltı duyuyorum, sanırım biri co-fronta geldi! Evet tanıdık bir ses bu, bana olan bitenlerden bahsediyor ve rahatlamama yardım ediyor. Çoklu Kişilik Bozukluğu’na sahip olmanın güzel yanlarından biri (!) de bu işte, bir bakıyorsunuz evdesiniz bir bakıyorsunuz kafanız karışık ve hafızanız eksik bir şekilde havaalanındasınız. Evrakımı aldıktan sonra kapılardan geçiyorum ve uçağa inen tünelde görüşümü düzeltmek için biraz oyalanıyorum, bu bulanıklıkla hayatta koltuğumu bulamam zaten. Böyle durumlarda basit hareketler bile öyle zorlayıcı olabiliyor ki… Gözlerimi kırpıştırırken kafamın içinde başka bir ses yankılanıyor, bana ilerlememi söylüyor. Beynimdeki zonklama frontun kalabalıklaşmasıyla artıyor, gitmelerini diliyorum bedeni bana bırakmaları için yalvarıyorum, kontrolü kaybediyorum. Bilincimin zorla ellerimden çekilip alındığını hissediyorum, beni co-fronta itip başka biri bedeni kontrol etmeye başlıyor. Ağlamak istiyorum, çığlık atıp tekrar fronta geçmek istiyorum. Bana dinlenmemi ve her şeyin düzeleceğini söylüyorlar, gözlerim ağırlaşıyor ve uykuya dalıyorum.