Sefalet… Yokluk… Fakirlik… Küçüklüğünden beri tek bildiği bunlardı. Tüm gün yırtık giysileriyle şehrin hurdalıklarında ve çöplüklerinde dolaşır; satılabilecek, kullanılabilecek, hatta bazen yenilebilecek herhangi bir şey bulmaya çalışırdı. Elleri nasırlı ve kuru, yüzü her zaman yara bere içindeydi. Bazen günbatımını izlemeye çöplüklerin oluşturduğu tepelere çıkar, onları küçük ”dağlar” olarak hayal ederdi. Güneş sarıdan kızıla dönüp şehrin renksiz, iç bunaltıcı binalarının arkasında kaybolurken istemeden geldiği bu dünyayla ilgili düşüncelere dalardı. Her şey insanların yeşil kağıtlar ve yuvarlak metallerle birbirlerine bir şeyleri vermesine bağlıydı, bunu anlamıştı. Fakat hala para denilen o ana maddenin nasıl yaşama, barınma, yeme gibi ihtiyaçları bir anda bir ayrıcalığa dönüştürdüğünü anlayamıyordu.
Sürekli açlıktan büzüşen karnı, kanayan yaraları ve kirli saçları onu hiç rahatsız etmezdi, hepsi teker teker alışkanlığa dönüşmüştü. Fakat şehirli insanların bakışları hiçbir zaman alışamayacağı bir şeydi. O sert bakışlarda öyle duygular saklıydı ki: tiksinti, korku ve en kötüsü acıma. Böyle anlarda kalbinden bir parça çalınıyormuş gibi hissederdi. Kendini küçük görürdü. Daha da küçülmek, kaybolmak, hiç buralara gelmemiş olmak isterdi. Üstünde bu kadar etkileri olduğunu her fark edişinde zengin insanlara ve paraya hayranlık duyar, aynı zamanda onlardan nefret ederdi.
Süs… Şaşaa.. Zenginlik… Küçüklüğünden beri tek bildiği bunlardı. Şehrin diğer ucunda her gün istemediği sabahlara uyanan bir başka gençti bu. Giydiği kıyafetler her zaman son modaya uygun ve en kaliteli kumaştan yapılmış olurdu. Her şeyin en iyisine sahipti fakat bunları sadece parayla ödemiyordu. Ortaya özgürlüğünü de koymuştu. Paranın getirdiği bazı sorumluluklar vardı. Onu taşımanın bir adabı, bir usulü vardı. Her istediği saatte her şeyi yapamaz, belirli planlara uymak zorunda kalırdı. Para sonsuz değildi, devamının gelmesi gerekiyordu. Bu sorumluluk da ona düşüyordu. Sırf bu yüzden paradan öylesine nefret ediyordu ki bazen sahip olduğu tüm parayı şehre dağıtmak, uzaklara kaçmak istiyordu. Şehrin üst kesiminin arasında kapana kısılmış özgür bir ruhtu o. İşte tam da bu yüzden yine bir gün şehirde dolaşırken kirli ve bitkin bir oğlanı fark etmiş ve izlemeye başlamıştı.
Oğlan başı önünde yürüyor ve herhangi biriyle bir göz teması kurmaktan özellikle çekiniyordu. Etrafına değil sadece şehrin çöplerine odaklanıyor, işe yarayabilecek bir şeyler arıyordu. Zengin genç yaklaştı, olabildiğince ürkütmemeye çalışarak ellerini fakir gencin sırtına koydu. Fakir tereddütle dönüp kendisine yaklaşmış oğlanı süzdü. Aynı yaşta sayılırlardı, birbirlerine de benziyorlardı. Fakat yine de öyle zıt, öyle farklıydılar ki birbirlerinden. Zengin oğlan konuşmaya başladı. Önce kendini tanıttı, ondan da bir cevap beklediyse de herhangi bir tepki dahi alamadı. Bunun üzerine konuşmaya devam etti. Bu hiç tanımadığı oğlan öyle özgür öyle yalnızdı ki onu kıskandı. Ona tüm dertlerini anlattı. Nasıl içten içe kendini yediğini, paranın yarattığı dertleri ve kendinden uzaklaşışını… Dur durak bilmeden tüm içini bu oğlana döküyor, oğlan sadece dinliyor herhangi bir tepki bile vermiyordu. Konuşmaya sonunda ara verdiğinde fakir oğlan çöpten bulduğu ve konuşma süresince elinde tuttuğu gazeteyi zengin oğlana uzattı. Sonra arkasını döndü ve hiçbir şey demeden uzaklaştı. Gazetenin ön kapağında şunlar yazılıydı:
”BİLL GATES SÖZLERİYLE ZENGİN VE FAKİR ARASINDAKİ FARKA ATIFTA BULUNDU:
‘Cebinde para varken sadece sen kim olduğunu unutursun, cebinde para yokken tüm dünya senin kim olduğunu unutur.’ ”