“Oysaki hepsi aynı gökyüzünün altında yaşıyor.” diye noktalanmıştı kitap. Ne kadar da güzel betimleşmişti yazar, her bir noktayı. Kitap üzerine derin düşüncelerimi zihnimde adeta bir köşeden diğer köşeye savururken, kapının çalmasıyla irkildim. Bu saatte kimdi böyle ısrarla kapıyı çalan. Hışımla yerimden doğruldum ve kapıya yöneldim.
Kapıyı açtığımda etrafta kimse yoktu, yine sitenin yaramaz çocukları diye düşünüp kapıyı kapatmak üzereyken, yerde küçük beyaz bir zarf dikkatimi çekti. Etrafı tekrardan dikkatlice kolladıktan sonra zarfı yerden alarak, hızlıca kapıyı kapattım. Büyük bir merakla zarfı açtım ve içindekileri okumaya başladım. Okudukça kanım çekiliyor, üşüyor ve titriyordum. Zamanı gelmişti demek, üçüncü dünya savaşı.
Uzun yıllardır beklenen bir savaştı oysa ki, o kadar da şaşırmamıştım savaş çıktığına. Fakat, o zarfın içinde genelgede yazanlar, işte onlar insanı korkutacak nitelikteydi. Savaş esnasında nasıl davranılması gerektiğini anlatan bir yönerge konulmuştu zarfın içine. Tim bina sakinlerinin, bir süre binaların bodrum katında olan mahzenlerde hayatlarının sürdürmesi büyük harflerle yazılmıştı yönergenin başına.
Tüm bina, tüm şehir, hatta tüm ülke panik bir şekilde yönergedeki emirlere uymaya gayret gösteriyordu. Ülkeyi bir panik kaplamıştı, sanki hava savaşın çıkacağını anlamış ve günlerdir güneş yüzü göstermemişti. Ne kadar da acıydı, politik sebeplerden dolayı masum insanların ölecek olması gerçeği.
Tüm eşyalarımı toplayıp mahzene doğru yol aldım. Herkes az çok yerleşmişti, herkes benim gelmemi bekliyormuşçasına kapıya odaklanmıştı. Benim geldiğimi gördüklerinde yarım kalan işlerine devam ettiler. Kim bilir kaç gün kalacaktık bu küçük kutu gibi mahzende.
Günler geçtikçe, mahzendekilerle daha da çok bağlanıyorduk birbirimize, savaşın verdiği korkudan mıdır bilmem ama insanların egoları olmadan birbirlerine gösterdikleri saf sevgiyi hissetmiştim. Evrensel bir duygu olan sevgi ise barışı sağlayan en büyük etmenlerden birisiydi. Acaba politik bir yönetim olmasaydı nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyordum. Yine savaşlar olur muydu, yine herkes birbirini bu kadar acımasız bir şekilde öldürür müydü, yine insanlar dünyada beraber yaşadıkları insanları daha tanımadan sonsuzluğa kavuşturabilir miydi?
Hiç tanımadığımız bir insanı, ailesinden ayırabilecek kadar acımasız bir olgu olan savaş, politikler tarafından belirlenir, fakat halk tarafından uygulanırdı. Birbirini sevmeye, dünya barışını, evrensel sevgiyi savunan halk uygulardı bunları. İtiraz hakkı yoktu halkın, ne kadar demokratik yönetimlerde olsa konu savaş olunca, halk sadece savaşmak zorunda kalıyordu. Kendi görüşü bilr alınmadan, öldürebileceği kadar kişiyi ödürmesi emri veriliyordu.
Ne kadar da acımasızcaydı, hiç tanımadığınız birisinin babasını ülke sınırını bir adım ilerletmek uğruna öldürmek. Ne kadar da acı vericiydi insanların birbirlerinin yüzüne bile bakmaya fırsatları olmadan birbirlerini öldürmeleri derken o an gelmişti. Kapılar kilitlendi, çeşitli güvenlik önlemleri alındı ve artık savaş başlamıştı. Yüzyıllardır savaş olmaktaydı, binlerce krallık kurulup yıkılmış, tekrar kurulup tekrar yıkılmıştı. Geriye kalan t
ek şey ise halktı, savaşlarda katledilen o halk.
İnsanları tanımadan, dünyayı keşfetmeden, gerçekleri öğrenmeden insanların bu kadar acımasız olacağını söyleselerdi imkansız derdim. Oysa şimdi, gözlerimde yaşlarla hayatta kalmaya çalışıyorum. Halbuki ne güzel olurdu ego savaşları olmadan hep beraber yaşamak, sonuçta hepimiz aynı gökyüzünün altında değil miyiz?