O sene… Güneşi son gördüğümüz seneydi. Esir düştüğümüz seneydi. Kanın, savaşın, bitmek tükenmek bilmeyen hırsların hakim olduğu seneydi. Yeni bir dönemin başlangıcı olan seneydi. Ve o sene insanlık için hala bir umudun olduğu son seneydi.
Ülkemizin problemleri bitmek bilmiyor, özgürlüğümüzü elimizden alacak sözleşmeler ardı ardına devlet tarafından onaylanıyor, altına eğri büğrü imzalar atılıyordu. Anlaşmaları imzalamak istemeyenler ailelerinin başına gelebilecek olaylardan oluşan tehditleri dinlemek zorunda bırakılıyor ya da soğuk kanlılıkla sonsuza kadar susturuluyorlardı. Paylaştırılan ülke toprakları sahiplerine teslim edildikten sonra hükümette yeni isimler belirmeye başlamıştı. Artık yabancılar ülkemizi yönetiyorlardı ya da biz başkasının ülkesindeki yabancılar olmuştuk.
Ülke toprakları satılmış olabilirdi ama toplumumuz özgürlükten başka ilke tanımazdı. Çok kısa süre sonra isyanlar başlamıştı. Şaşkınlığa uğrayan yönetim, beklediğimizden daha tecrübeli ve bilgili çıkmıştı. Kendilerini toparlayıp isyanları bastırmakta gecikmediler. Sesi gür çıkanları topladılar, bu leş kokan hücreye tıktılar. İşte ben de böyle geldim bu hücreye.
Yeni bir sistem geliştirdik aramızda. Dışarı bilgi uçurabileceğimiz ve dışardan bilgi alabileceğimiz bir sistem… Bu şekilde kolayca teşkilatlanabildiğimizi fark eden yabancı güçler en büyük silahlarımızı avlamaya başladılar: Yazarlarımızı… Bir anda hücre yazarlar, şairler, basımcılarla doldu. Hala serbest kalanlar varsa bile onlarla iletişimimiz tamamen kesildi.
Bir hafta boyunca hiçbir bilgi alamadığımız gibi elimizden tüm gün aynı hücrede oturmaktan başka bir şey gelmedi. Tek yaptığımız elimizden alınan özgürlük için savaşmayı, koparıldığımız insanları korumayı, bilmediğimiz ülke sorunlarını çözmeyi, tanımadığımız insanları alt etmeyi planlamaktı. Gün geçtikçe tartışmaların harareti, planın üstünde düşünenlerin sayısı azaldı. Umut etmeyi, hayal kurmayı, şikayet etmeyi, düşünmeyi bıraktı insanlar. Gittikçe daha fazla kişi durumu kabullenmeye başladı. Bunda her gün en az iki kişinin neden olduğunu bilmediğimiz bir şekilde hücre dışına sürüklenmesinin ve gelince hiçbir şey anlatmamasının, sorularımıza bir cevap bile vermeyişinin büyük bir etkisi oluyordu. İnsanlar öylece gidiveriyor, geldiklerinde ise herhangi biriyle iletişimi kesmiş gibi gözüküyorlardı.
Sonunda hala dışarının hayaliyle yaşayan, onu tartışan üç kişi kaldık. Kapının sert bir şekilde açıldığı sabah benim dışımdaki iki kişiyi daha aldılar. Kimse ilgilenmiyor gibi gözüktüğünden dışarı sürüklenen arkadaşlarımın arkasından kapıya gittim. Onların dışarı çıkmasıyla birlikte kafamı duvara dayayıp dinlemeye başladım. Ayak sesleri ve bağırışlar duydum. Sesinden kim olduğunu anlayamadığım biri çığlıklar atmaya başladı. En sonunda tekrar hücreye baktım ve bir zamanların aydınlarının, yazarlarının artık hiç de ilgilenmiyor oluşunu izledim. Bütün dünyanın sessizliğe büründüğünü hissettim. Bu yardım çığlıklarını bir tek ben mi duyuyordum? Dayanamadım ve sorularıma cevap vermeyen onlarca insan arasından bulduğum ilk insana doğru koştum. Omuzlarını sıkıca kavrayıp sarsarken, neden cevap vermediğini sordum. Gözleri uzun süre sonra korkuyla açılan adam yatağının altından bir kalem çıkardı ve koluma şunları yazdı:” Artık sağır ve dilsizim, seni anlayamıyorum.”