Derler ki insan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Öyle midir gerçekten çocukken bilir miyiz yaşamın kıymetini? Ne kadar önemlidir sokakta koşarken yediğimiz ekmek, içtiğimiz su, arkadaşlıklar?..
Yaşadıkça ve büyüdükçe değişiyor mu her şey yoksa biz miyiz değişen? Hayattan vaz mı geçiyoruz yoksa dört elle sarılıyor muyuz ona? Gerçek şu ki kaybetmediği hiçbir şeyin değerini bilmiyor ne yazık ki insan. Her gün içtiğimiz suyun değerini susuz kalınca anlıyoruz, ailemizin değerini yalnız kalınca, çocukluğun değerini yeteri kadar büyüdüğümüzde. Yani geçiyor zaman; içindeyken büsbütün farkında olamıyoruz yaşadıklarımızın o yüzden fark etmeliyiz yaşarken güzellikleri, iş işten geçmeden ve yaşamak için henüz zaman varken. Mesela koklarken bir çiçeği doyasıya koklamalı, okurken bir romanı yaşamışçasına okumalı, severken bir insanı bütün yüreğinle ve çılgıncasına sevmeliyiz çünkü bize yaşadığımızı hissettiren şey fark etmektir. Fark etmek, karanlık gecede yıldızların güzelliğine hayran kalmak, dolunayı görünce mutlu olmak, kokusunu içine çekmek yağmurun ya da yeni bir kitabın…
Anı yaşamak dedikleri şey de bu olsa gerek. Aklımızdan binlerce düşünce ardı ardına akarken sadece o an; tuttuğumuz ele odaklanmak, baktığımız gözlerdeki manayı anlamak, yediğimiz yemeğin tadını damaklarımızda hissetmek binlerce düşüncenin arasından tek bir anı yakalayıp çekmek ve onu doyasıya yaşamak hayatı sevmemize ve ona bağlanmamıza sebep olan şey.
Yaşanacak, tadılacak, hissedilecek öyle çok şey var ki hayatta ancak bir koşuşturmaca olmuş dünya. Her gün bir yere akıyor her akşam bir yerde birikiyoruz. Zaman bir bilinmezlik içinde hızla geçiyor hayatımızdan ya da biz geçiyoruz zamanın ateşli kollarından. Ve hissetmeye, anlamaya, dinlemeye zamanımız olmadan, bazen koklamadan bir çiçeği, bazen öpmeden bir çocuğun yaralı dizlerini koparılan bir yaprak gibi soluyor yaşam.
Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler
Bir kere bile sözlüğü açıp bakmadan, anlamını bilmeden kelimelerin ve nelerden ayrılmak olduğunu hiç düşünmeden ayrılığın, kalın fırçalarını kullanarak geçiyor zaman ve üzerini çiziyor doyasıya yaşanmayan her dakikanın. Karalanan her satır geçmişin hiçliğinde yok olup giderken tek bir sözcük kalıyor bize “eskiden”… Oysa şair der ki
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
…
NAZIM HİKMET RAN