Yıllar yıllar önce; neşenin, müziğin, eğlencenin bir gün bile eksilmediği bir krallığın prensi evlenme kararı almış. Taliplerini arayan genç prens, aylarca hayatının aşkını bulamayınca derin bir kedere bürünmüş tam o sırda tamamen şans eseri sapsarı saçlı, masmavi gözlü, hafif kızarık yanaklarıyla kendisini büyüleyen hayatının aşkıyla karşılaşmış. Aylar içinde birbirlerine aşık olmuşlar ve dünyanın görüp görebileceği en güzel ve en büyük düğünle evlenmişler. Zaten her şeyin mükemmel olduğu bu krallıkta genç prensin evliliği üstüne tahta geçmesiyle krallık refah içinde yaşamaya başlamış.
Bundan yıllar sonra genç kral baba olacağını öğrenmiş. Sevinçten havalar uçan kral muhafızlara emir vermiş “Bugün itibariyle karlıkta eğlenceler başlatılsın, yemekler yapılsın, oyun oynansın” diye emir vermiş. Kral ve kraliçe mutlu mesut 8 ay geçirirlerken doğuma sayılı günler kala kraliçe amansız bir hastalığa yakalanmış. Sarı saçları kararmış, mavi gözleri kapanmış, kızarık yüzü kireç gibi beyazlaşmış. Hangi hekim gelirse gelin kraliçenin bu haline anlam veremiyor yaptıkları hiçbir şey kraliçeyi iyileştirmiyordu. Kral eşinin bu halini görmeye dayanamıyor üzüntüsünden gelene geçene bağırıyordu. O muhteşem büyüleyici krallıkta artık hiçbir şey eskisi gibi değildi; o neşenin ve eğlencenin eksik olmadığı büyülü krallıkta yas ilan edilmişti. Kral artık çaresizce sadece güzel eşine ve karnındaki çocuklarına bakarak otururken bir gün esrarengiz bir cadı çıkageliyor. Yavaşça yaklaşıp artık gözlerinin altında morluk oluşan krala “Karını ve kızını iyileştirebilirim “diyor. Kral umutla yaşlı ve garip giyinimli cadıya bakarak “ne istersen veririm sadece onları iyileştir” diyor. Cadı sadece birkaç cümle söylüyor ve geldiği gibi kimseye haber vermeden çekip gidiyor. Kral şaşkınlıkla onu izlerken hemen yanından bir ses duyuyor yanına baktığında eşinin uyandığını görüyor. Kral mutluktan havalara uçuyor. Kraliçenin uyanmasıyla, kedere bürünen krallık tekrar neşeleniyor. Aradan bir ay geçtikten sonra kraliçenin doğum sancılarıyla doğan güneş batıyor ve gerisinde en az annesi kadar güzel ipek saçlı bir prenses bırakıyor. Doğan prensesin güzelliği sadece annesi ve babasını değil tüm krallığı etkiliyor. Kral ve kraliçe evlatlarıyla muhteşem aylar yaşıyorlar. Ancak birkaç ay sonra tüm krallıkta prensesin 18. Yaş gününde zehirli bir yılan tarafından ısırılacağı ve mutlak suretle öleceği dedikodusu ortaya çıkar.
Bu konuşmalar o kadar artar ki kral ve kraliçenin kulağına kadar gider. İkiside bunun imkânsız olduğunu söylerken içten içe bu dedikodunun gerçek olma ihtimalinin olmamasının umuyorlardı. Günlerce düşünüp taşındıktan sonra kral o gün karısını ve kızının kurtaran cadıya gitmeye karar veriyor. Krallığın içindeki ormanda, mum ve yanık kokusuyla gotik bir çadırda yaşayan cadı böyle bir dedikodunun yayıldığının biliyordu ve ne yazık ki gerçek olduğunu da. Kral cadıyı bulduğunda lafı hiç dolandırmandan direkt sordu “Doğru mu bu dedikodular” diye. Cadı hiç konuşmadan sadece kafasını salladı. Kral sinirle atına bindi hızlıca atının sürmeye başlarken cadı arkasından bağırdı “Ne yaparsan yap kaderi değiştiremezsin” dedi sanki kralın kehanetin gerçekleşmemesi için her şeyi yapacağını biliyormuş gibi. Kral kraliçeye kötü haberi verdiğinde kraliçe resmen yıkılmış. İkiside kızlarından ayrılacakları için ağlarken aynı zamanda bir çare düşünmeye başladılar. Kralla kardeş gibi büyümüş, karalın sağ kolu olan vezir nazikçe kapıyı tıklatıp kral ve kraliçenin odasına girdiğinde konuşmaya başladı “Kralım eğer sizde uygun görürseniz denizin ortasına bir kule yapalım zira yılan ne yüzebilir ne uçabilir, prensesimiz orda huzur içinde yaşayabilir” dedi. Kral ve kraliçe bu fikri çok sevdiler ayrıca kızlarından ayrı kalmak zorunda değillerdi istedikleri zaman gidip gelebilirlerdi kuleye. Kral derhal emir verdi bir kule yapılması için. Küçük prenses yıllarca bir kulede yaşadı. Annesi ve babası her fırsata onu görmeye geliyorlardı. Küçük prenses gerçeği bildiği için hiçbir zaman anne ve babasına sinirlenmedi veya onlara kırılmadı. Küçük kız yavaş yavaş büyüdü ve tüm krallığın nefesini tutuğu o gün geldi. Prensesin 18. Yaş doğum günü. Bütün bir gün boyunca kral ve kraliçe kızlarının yanından ayrılmadılar. Prenses her şeyi farkındaydı ama fazlasıyla acıkmıştı. Kral ve kraliçe her ne kadar gergin olsalarda gece yarısından sonra kızları için bir parti hazırlamayı da ihmal etmemişlerdi. O yüzden kuleye prensesin en sevdiği meyve olan üzümden sepet sepet getirttirmişlerdi. Prenses anne ve babasının bu fazla baskısından sıkılmıştı ayrıca fazlasıyla acıkmıştı. Prenses, anne ve babasının bir boş anında hızlıca onların yanından kaçtı. Tek istediği biraz yemek yemekti. Prenses ilk defa yaramazlık yapan bir çocuk gibi çılgınca gülümsüyor ve kuleden dışarı koşuyordu. Anne ve babasını endişelendirmek istemediğinden önüne çıkan ilk sepetten bir bağ üzüm aldı. Üzümün bir bağını, kulenin bahçesinden içine çıkan merdivenlerde otururken yemişti bile. Güzel prenses bileğinden boynuna sinsice çıkan yılanı hiç farkında değildi. Büyük bir çığlıkla ilkilen kraliçe yanına baktığında kızını göremediğinde çoktan hazin sonun gerçekleştiğini anlamıştı. Gözyaşları içinde dışarı çıktı. Tüm kule ahalisi ordaydı, herkes etrafta koşturuyor, prensesin başında ağlıyordu. Kraliçe o gün anladı siz ne kadar kaderinizden, ölümden kaçın mutlak son her zaman vardır.