Kinli Para

 

 

1965 Ankara’sı… Keskin ayazlarla geçen bir kış daha, dar gelirli aileleri ve o evlerdeki emektar babaları bir hayli zorluyordu. Kapitalist sistemin getirileri çiftçinin evini fabrikalar yapmış, gömleğini de kirletmişti. Ve bir sabah, bu düşüncelerle işine doğru yola çıktı Ahmet Bey. Dar sokaklardan geçti. Ayağı, pantolonunun uçları çamur oldu fakat o buna aldırış etmedi. Etmesine de gerek yoktu zaten. Fabrikaya girdiğinde ağır bir metal kokusu kapladı içini. Kendi içinde saya söve çay ocağının başına geçti. 

 

İşini sevmediğini anlatmaya gerek olduğunu zannetmiyorum. Hayat böyledir ama… İstemediğinle yüzleşme silsilesidir adeta. Şunu da anlatmak gerekir ki Ahmet Bey bu işi tam da paraya çok ihtiyacı olduğu dönemde bulmuştu. Hatice Hanım, karısı, yeni doğum yapmıştı. Para bulma stresinden gecesini gündüzüne katan Ahmet Bey bu işi duyunca da hemen atlamıştı fırsata. Şimdi o günlerin üzerinden tam 20 yıl geçmişti. Ahmet Bey yaşlanmış, saçlarına aklar düşmüştü. Günleri ise hala çay götürmekle geçiyordu.  

 

Monotonlukla donatılmış günlerinde Ahmet Bey’in en sevdiği saatler hep öğle araları olmuştu. Tabi yönetim kurulu her sene molalarını daha da kısaltıyordu -ne kadar iş, o kadar para demek- , fakat bu saatlerde diğer işçi arkadaşlarıyla oturup sistemi eleştirmek, 20 yıldır çektiği bu çilede yalnız olmadığını bilmek ona iyi gelirdi. Günlerden bir gün canı karısı Hatice Hanım’ın ona hazırladığı peynir ekmeği bir yandan yer bir yandan da işçi arkadaşları ile çaylarını götürürken içeriye takım elbiseli bir bey geldi. Yakından baktığında bunun yeni atanmış müdürü olduğunu anladı. Fiyakalı ayakkabılar, yepyeni ütülenmiş bir gömlek, arkaya yatırılmış saçları ile bu adamın züppeliği her yerinden akıyordu. Ahmet Bey adamı gördüğü an büyük bir kinle doldu. Bu dünyayı anlayamıyordu çünkü. O çok çalışandı, dürüst olandı, merhametli olandı. Onun olamadığı tek şey parası olan adamdı. Hatice’nin koynunda eve para getiremediği için ağladığı gün gözüne gelirdi bu zamanlarda. Karşındakine daha da kinlenirdi. ‘Ben bir zengin olacaktım var ya, nasıl burnundan getiriyorum bu züppelerin!’ derdi yanındakilere. Fakat pek yaşlanmış, yılların da pek acımadığı bu adamcağıza yanındaki iş arkadaşları ‘Aman abi sen de ne yapacaksın sanki. Hayat bu ne yapalım. Bizim de kaderimiz böyle çizilmiş.’ der ve yaşlı adamı fazlasıyla hafife alırlardı. Gene bu günlerin birinde takım elbiseli adamla karşı karşıya kalan işçi kesim, derin bir sessizlikle adama gözlerini dikti. O kalabalığa doğru yürüyen adam aralarında biraz da mesafe kalacak şekilde durdu. Kendini tanıtmaya başladı. Yeni müdürmüşmüş, adı bilmem neymiş, şu önemli aileden geliyomuşmuş. Ahmet Bey, derinlerinden yükselen öfkeyi hissedebiliyordu. Adam konuştu da konuştu. Ahmet Bey ise tek bir kelime duymadı. Kafasında kağıt banknotlar dönüyor. Hepsini birer birer yakalayıp bu herifinden boğazından tıkmayı hayal ediyordu. Hayali adamın Ahmet Bey’e seslenmesi ile son buldu. ‘Gerçekten o mu öğlen yemeğin senin. Ahahahayt, adın ne bakalım senin?’ dedi adam. Ahmet Bey bir elindeki ekmeğe bir de adama bakıyordu. Bir cevap vermek zorunda olduğunu hissetti ve isteksizliğini hiç de kapatmaya çalışmadan ‘Ahmet. Çay ocağına ben bakıyorum.’ dedi. Ve bu şekilde tanışmış oldular. 

 

O gün işten dönerken ekstra keyifsizdi. Yemeğine laf etmişti adam. Her şeyi olan karısı Hatice’nin kendi elleriyle hazırladığı yemeğe! Namussuz herif diye geçirdi içinden. Bu yaptığı yetmiyormuş gibi beyefendi bir yarım iş gününde Ahmet Bey’den tam tamına 20 kez çay istemiş, fakat bunların sadece üç tanesini içmişti. Deli miydi, neyin nesiydi bu adam? Ertesi günler de bu şekilde geçmiş, Ahmet Bey her geçen gün daha da dolduğunu hissetmişti. Bir iş çıkışı eline mükemmel bir fırsat geçti. Herifin son model arabası gözünün önünde duruyordu. Herkes işten çıkmış, Ahmet Bey sona kalmıştı bulaşıklarla boğuşmaktan. Arabayı görür görmez sanki çok önceden içindeki biri bunu planlamış gibi hiç düşünmeden anahtarını çıkardı ve adamın arabasını boydan boya çizdi. Bir çocuğun mutluluğu vardı üstünde. Adamın bunu hak ettiğine inancı o kadar yüksekti ki kendi kendini doğru bir şey yaptığına inandırmasına bile ihtiyaç olmadı. Hızını alamayan çaycımız on yaşındaki bir çocuğun hınzırlığı ile yaramazlık yaparken duyduğu kıvancı üzerinde hissediyordu. Arabanın içinde bir poşet gördü. Cama biraz daha yaklaşınca poşetin içindekinin bir mücevher kolye olduğunu anladı. Gözü dönmüştü. Yerden bulduğu ilk taşla camı kırıp poşeti aldı ve tam gaz koşmaya başladı. Bu yaşlı adam sanki 20’lerindeymiş gibi depar atıyor, Hatice’sine bu kolyeyi takdim ettiğinde yüzünde oluşacak ifadeyi düşündükçe içi içine sığmıyordu.  

 

Eve döndü. Kapıda onu karşılayan karısına elindeki poşeti uzattı. Kadın anlamsız gözlerle kocasına baktıktan sonra poşetin içinde parıldayan nesne bir anda suratının düşmesine sebep oldu. Ahmet Bey’in beklediği tepki hiç de bu değildi. Kadın düz bir surat ifadesi ile ‘Bunu nereden buldun?’ dedi. Bu soruya cevap vermeye utandı bir an Ahmet Bey. ‘Çalmışsın bunu. Kimden çaldın çabuk söyle!’ diye bağıran kadına sonrasında Ahmet Bey ne anlatsa dinletemedi. ‘Burjuvaydı o adam. Hak ediyordu canım bunu! Kendine yenisini alsın. Biraz da işçinin yüzü gülsün.’ tarzından cümleler ile kendi hayal dünyasından çıkamayan Ahmet Bey geceyi koltukta uyuyarak geçirmek zorunda kaldı haliyle.  

 

Ertesi sabah iş yerine gitti Ahmet Bey. Gider gitmez müdürün odasına çağrıldı. Hiçbir şeyden şüphelenmemiş kahramanımızın sonu ise hazin oldu. Müdür kamera kayıtlarını izletti önce Ahmet Bey’e. Korkudan tir tir titremeye başlayan Ahmet Bey tam kaçmaya hazırlanacaktı ki adam kendisinden şikayetçi olmayacağını sadece işten kovulduğunu söyledi ona. ‘Eşyalarını alıp fabrikayı terk etmen için yarım saatin var.’ diyerek odasından yolladı işçiyi. Odadan çıkarken bomboş hisseden Ahmet Bey; en azından karakolluk olmadığına dua edeceği yerde adamın onu hala küçümsemeye kalkıştığını hatta sırf Ahmet Bey’i alay konusu edebilmek, onu şikayet etmeye bile değer görmediğini göstermek için böyle hareket ettiğini düşünmeye başladı. İçi tekrar bu nefret ile yanıp tutuşmaya başladı. Gözünü bile kırpmadan fabrikadan çekip gitti.  

 

Evin yolunu tuttu. Yol boyunca aklından bir tek düşünce bile geçmedi. Kapıyı bir hışımla açıp dün çaldığı kolyeyi aldı. Bu sırada kocasının hareketlerine anlam yükleyemeyen Hatice Hanım ona ne kadar seslendiyse adam cevap vermedi ve aynı hışımla evden çekip gitti. En yakın rehin dükkanına girdi. Kolyeyi güzel bir fiyata bıraktı. Çıktı. Sokak sokak gezdi, bir dükkan aradı. Saatler sonra dükkanı buldu, istediğini aldı ve fabrikanın yolunu tuttu.  

 

Soğuk ayaza karşı cebinde bir silah ile yürüyen Ahmet Bey hiçbir şey hissetmiyordu. Vücudunu kontrol etmiyordu. Sanki zihni tatile çıkmış, o yokken vücuduna bırakmıştı her şeyi. Çünkü bu yaşlı adam 4 saat boyunca kentte dolaştı durdu bir kez bile gözünü kırpmadan. Şimdiyse saat iş çıkışına yaklaşıyordu fabrikada. Gayet kendinden emin adımlarla içeri girdi ve müdürün odasının yolunu tuttu. İçeri girdiğinde takım elbiseli adam, Ahmet Bey’i kovmaya çalıştı. ‘Seni şikayet de etmedim ne istiyorsun be adam! Arabamı mahvettin, içinden bir şeyler de almışsın fark etmedin sanma. Para da geçer eline. Hahahayt. Yıkıl şimdi karşımdan ben fikirimi değiştirmeden!’ diye buyurdu adam ama nafile. Ahmet Bey hiçbir şey duymuyor, hissetmiyordu. Adam da beklemekten sıkılmış olarak sandalyesiyle arkasını döndü ve camdan dışarıyı seyretmeye başladı. Ahmet Bey sandalyeye doğru bir adım attı önce. Sonra bir adım daha. Sessizce havluya sardığı silahı montunun cebinden çıkardı. Önce bir el ateş etti. Adam pinti olacak herhalde, kendine en kalitesiz koltuğu almış. Kurşun koltuktan geçip adamın beynine saplandı. Adamdan ses gelmeyince yaptığının farkında varan Ahmet Bey sayıklamaya başladı: ‘O koltuk benim olmalıydı. O kıyafetler, arabalar, mücevherler… Bunu ben istemedim. Bunu yapmak ben istemedim!’. Zavallı adamcağız göz açıp kapanıncaya kadar da kendisi mahpushaneyi boylarken buldu.  

 

Paranın yönettiği bu yuvarlak üzerinde yaşayıp giden biz insanlar, kendimize bu komplike varlığımızı daha da komplikeleştirmek için yaratılmışız. Paradan nefret edip ona sahip olmayı arzuluyor, ona sahip olandan ise daha da çok nefret ediyoruz. Şu gerçeği de gözden kaçırıyoruz ki: Burjuvalara duyduğumuz kin yalnızca onların yerine geçip burjuva olma hırsından geldiği sürece asla mutluluğa layık olamayacağız. Her birimiz Ahmet Bey’in trajik sonunu paylaşacak. Ve bu dünya da böyle yuvarlanıp gidecek… 

(Visited 36 times, 1 visits today)